28 Ağustos 2015 Cuma

HÜZNE BAKAR BENİM BİR YANIM

Güzel bir fotoğraf gördüğümde,
güneş ışığında,
yazın müjdecisi gelinciklerde…
Kurutulmuş güllerin tomurcuklarında…
Umudun ertesinde…
Hep hüzün görüyorum
Nedendir bilemem
Hüzne bakıyor işte bir yanım
Hâlâ… Hep…
2 Mayıs 2014

ÇOK YÖNLÜ KİŞİLİKLER VE DAHİ KİŞİLİK BÖLÜNMELERİ


Bir aynayı 40 bin parçaya böl, işte o kadar kişi var içimde yaşayan… Sadece benim mi, eminim hepimizin… İnanılmaz mı geldi, çok basit bir egzersiz önereyim size… Herhangi bir arkadaşınızı ele alın… Mümkünse sosyal medyayı yoğun olarak kullanan teknolojik açıdan aktif biri olsun ki tezimizi daha rahat örneklendirebilelim… Bu kişinin Facebook sayfasına bakın önce, paylaştığı fotoğraflara, hatta pek derin incelemenize gerek yok, profil fotoğrafları albümüne bakın, bir de duvarında paylaştıklarına… Ailesi, ilgi alanları, önem verdiği konular hakkında bilgi sahibi olun. Sonra gidip LinkedIn profiline bakın, “aaaa, hem de şu üniversiteden mezunmuş meğer, hem de şu şirketlerde şu pozisyonlarda çalışmış” diye şaşırın. Sonra attığı Tweet’lere bakın aktivist yanını görün. Varsa Instagram hesabını, Foursquare check-in’lerini, Pinterest hayallerini gözden geçirin, bambaşka yönlerini anlayın…
Ve sonra da söyleyin bana… Kaç bin parçadan oluşur bir insan?

KAĞITTAN GEMİLER


Kağıttan gemiler yaptım kendime
Acılarımı yolcu etmek için
Oysa ihanet ettiler bana
Hüzünler taşıdılar geriye
Özlemlere yelken açtılar
Neş’e tahsil edecektim rüzgardan
Oysa yel aldı sevinçlerimi
Gemiler mahsun kaldı
Yıprandı telaşlarda
Daha suya veremeden
Islandı kursaklarda
15 Nisan 2014

AYNALAR… AYNALARIM…

Ruhun yüzlerce hikayesi vardır ve hepsi de aynalardadır…


Fotoğraf: Shiva_Abarai
6 Nisan 2014

BURUK BİRAZ

Fotoğraf: Cengiz ŞAHİN

Mezarlıkta açan bir gelinciğin sevinci gibi selamladım seni… 
Taptaze, tertemiz ama buruk bir sevinç…

19 Nisan 2014

KISA TIRNAKLARIN ÖYKÜSÜ

İpek Çiçeği (Portulaca Grandiflora)

Tırnaklarım hep çamurludur benim, bilir misiniz? Bir bitki gördüm mü dayanamam, ne yapar eder, bir parça toprak bulur, daldırıveririm içine… Yıllar süren çiftçilik deneyiminden geldiğini sanmayın bunun. Apartman çocuğuyum ben. Bitkilerle ilgili hatırladığım ilk şey, anneannemin pencere önü saksıları… Bir de büyük ev bitkileri şüphesiz, devetabanı ve kauçuk… Çocukluğumun bir parçası o çiçeklerin anıları… Bir de yine anneannemden dinlediğim tarlalardan ot toplama hikâyeleri… Labada mesela, kuzukulağı… Hep bildiğim, ama ancak on yıllar sonra tanıştığım bitkiler…
Bir gün, okulların tatil, sokakların boş olduğu sıcak bir yaz gününde, yerde bir bitki bulmuştum. Çiçek, tomurcuk falan yoktu üstünde… Sıcaktan iyice yumuşamış bir sap sadece, öylece yatıyordu asfaltın üstünde… Yolda bulduğu yaralı kediyi, hasta kuşu eve taşıyan diğer çocuklar misali, ölmek üzere olan o bitkiyi eve taşıdım ben de… Anneanneme götürdüm. Hemen alıp suya koydu bitkiyi, ama vazo ya da bardağa değil de bir kül tablasına, yan yatırdı. Hala düşünüyorum, bildiğinden mi yapmıştı, yoksa o mu gelmişti eline… O yeşil kül tablasında yeniden hayat buldu bitkicik, köklendi hemen. Onu alıp bir saksıya aktardık birlikte… Meğer bir ipek çiçeği ile müşerref olacakmışız… Harika, kırılgan, ipek gibi taç yaprakları olan muhteşem dayanıklı bir çiçek…
Belki o deneyimden kaynaklanıyor doğa ile bu iletişimim… Hani “parmağını daldırsa tutar” denilen insanlar vardır ya, işte ben onlardan biriyim… Doğa her zaman ödüllendirmiştir beni. Bir saksı çiçek alırım, yanından ya çilek boy gösterir ya ısırgan… Kargalar gelir ceviz diker balkonumdaki saksıya… Bir bakarsınız semizotu sürüvermiş sardunyalarımın dibinde, bir bakarsınız fesleğen begonyanın altında.
İşte bu nedenle tırnaklarım hep çamurludur benim, kıyamam çünkü, bir boynu bükük çiçek gördüm mü illa ki daldırırım toprağa…
20 Nisan 2014
Not: İki gün önce (lisanın onsekizinde, senin deyiminle), 90. yaş gününü kutladım içimde… Bu yazı da sana doğum günü armağanı olsun benden. Nur içinde yat anneannem…

GÖLGELER

Fotoğraf: Seyhan Terzioğlu

“Siyah ve beyaz kadar yakındılar birbirlerine. İşte bu yüzdendi bu kadar iyi anlaşmaları”

28 Nisan 2014

Keyfî

Keyfi kaçtı... Zaten hemen kaçıverir, sonra ara ki bulasın... Bir türlü yerinde tutmayı beceremez o keyfini... Oysa bir çay demleyip Türk filmini açarak, Belgin Doruk'un küçük hanımefendisine baktığında gelmişti keyfi... Hatta "bir de kek mi pişirsem?" sorusu bile doğmuştu aklının bir ucundan... Sonra, sonra o düşünceler giriverdi aklına... Sanki unuttuğu bir şey varmış gibi... Neydi acaba? Bir yarım kalmışlık hissi... Hani hararetli hararetli bir şey anlatırken lafın kesilir de sonra ne anlattığını unutursun... Daha kötüsü, karşındaki de hatırlamaz ne olduğunu? Sanki hiç dinlemiyormuş gibi... İşte kaçıverir keyfin birden... Yine de bozuntuya vermemek için izlemeye devam etti filmi, ama yok, o ilk tat yok... Belgin Doruk, artık o küçük hanımefendi değil, küstah, şımarık zengin kızı... Ayhan Işık, çapkın haytanın teki... Keyif kaçtı mı büyü de kaçıverir zaten onunla birlikte... Kek yapmaya kalkayım bari... Un var mıydı evde sahi?

28 Ağustos 2015

25 Ağustos 2015 Salı

Issızlık


Çok yalnızım, anlıyor musun? Bu kızıl gezegende bir başıma oturuyorum bütün gün... Saçlarımı tarayıp göldeki aksimi inceliyorum... Başka yapacak bir şeyim yok tek başınayım... Bir annem vardı önceden... Onunla otururduk bütün gün... Sonra, sonra aynadaki aksimizi incelerdik... Saçlarımızı tarardık birbirimizin... Uzun uzun bakardık birbirimize... Bir gün annem gitmeyi seçti... Giderken konuştu benimle ilk defa... Kızımı beklemem gerekiyormuş şimdi, uzun sürebilirmiş, ama sabırla beklemeliymişim... Yalnızlık çıldırtıcı... Bekliyorum, ama sabır nedir bilmiyorum... Ben de gitmek istiyorum, ama yolu da bilmiyorum... Kızım olunca bileceğim belki, kim bilir? Kızımın saçlarını tararken alacağım bu bilgiyi... Belki öperim de onun saçlarını... Annem öpmüş müydü benim saçlarımı acaba? Hatırlamıyorum. Sadece giderken öptü beni, bir defa... Yalnızlığımın sonunu bekliyorum dört gözle... Günlük rutinimi bozmadan bekliyorum... Saçlarımı tarıyorum, göldeki aksimi inceliyorum, bekliyorum kızımı...

Çabuk gelir mi acaba?

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Dost

Dost acı söyler demişler ya, acı oldu zaten içim dışım... Hiç mi iyi bir şey söylemez insan... Her yanım kapkaranlık, dostlarla çevrili ya, içim açılmıyor şöyle... Gözlerimi dağlara çevirsem açılır mıyım acaba dedim? En iyisi hepten uzaklaşmak diye düşünürsünüz, değil mi? Dost yalnız bırakmaz ki sizi, 2 dakika soluklanmaya vakit yok... Seviyor işte, yemek yapıp getiriyor, sen aç kalmışsındır şimdi diyor... Gözlerimin içine bakıyor, bir hal var sende, söylemiyorsun diyor... Zayıflamışsın da, bak bir-deri-bir-kemik kalmışsın diyor... Biraz daha yüz bulsa kaşık alıp ağzıma yedirecek... Zaman çok kötüymüş, bu halimi bırakmam lazımmış... Dost işte... Hiç beğenmiyormuş benim bu gidişimi...

Gideceğim ulan, gittim hatta... Acı falan, istemiyorum. Daha da söyleme bir şey...

Sus sadece... Git de demiyorum bak, sus sadece... Böyle oturalım istersen göz göze, karşılıklı susalım... Ama acı falan bir şey söyleme artık... SUS Sadece...

Daha fazlasını kaldıramıyor ki kaçtım ben... Kovalamak da dostluktan mı yani?

CEVAP ARAYIŞI

Fotoğraf: Arzu Fatma Doğan
Hayatta her zaman bir cevap arıyoruz. Okuduğumuz kitabın ya da seyrettiğimiz filmin sonu biraz muğlak bitse hemen dönüp birbirimize soruyoruz: “Eee, ne oldu şimdi?” Oysaki hayat cevap değil de o arayış sürecidir zaten. “Cevap her zaman ölümün bir şeklidir.” (Büyücü – John Fowles – Çev: Meram Arvas – Ayrıntı yayınları S.633) diye okudum kitapta ve sorular hücum etti beynime… Cevap son demektir çünkü… Soru sorulur ve bir hayat başlar, biraz evrimdir soru, biraz merak… Candan Erçetin’in şarkısındaki gibi “İnanmadım, asla inanamam, her şeyin bir sonu olduğuna”, oysa aradığımız cevap sondur bir anlamda, ölümdür.
Nihai cevabı belki de öldüğümüzde bulacağımızı zannediyoruz. Tanrı-tanımaz olmaktan yana korkumuz da bu bir noktada… “Ya cevap yoksa???” Sonunda bir cevap olmadığını bilseydik, soru sormayı bırakır mıydık? Oyunu bırakır mıydık? Ya merak etmeyi?
Belki de sırf bu nedenle bir cevap olmasını istiyoruz/ umuyoruz.
Cevap yoksa sorular yok olur mu? Sormayı bırakırsak hâlâ yaşıyor olur muyuz? Yaşarken hiç soru sormayan insan var mıdır? Varsa, bu yaşamak mıdır? O zaman dünyaya geliş amacımız “soru sormak mıdır?”
Eğer böyle ise son sorum şudur:
“NİHAÎ CEVAP ÖLÜM MÜDÜR?”
15 Mart 2014

ÜSTÜ KALSIN

Görsel: http://www.siirfm.com

Sevgili içimdeki çocuk,
Kendimi; doğduğum andan beri olgun, hatta yaşlı hissettim. Her zaman akıllı, uslu, sorumluluk sahibi, gerçekçi bir çocuk oldum. Öyle ki, anneannemin karşı komşusu Nurten Teyze, zaman zaman “kuzum, sen ne biçim çocuksun, azıcık koşsana şöyle” deyiverirdi. Onun bu uyarısı ile anneannemin elini bırakır, 30 metre kadar ileri gider, sonra dayanamaz geri dönerdim. Her zaman temkinli ve aklı başında davrandım.
İlk gençliğim benden beklenenleri yerine getirmekle geçti. İyi bir evlat, iyi bir öğrenci, iyi bir abla olmaya çalıştım. Kendimi “bir yanım hüzne bakar benim” diye tanımlamayı marifet bildim.
“Olması gerektiği gibi” yaşadım hayatı, sonra bir baktım, bir anne, bir eş, bir yetişkin olmuşum… Pekiyi, içimdeki çılgın çocuk nerede diye sormak aklıma gelmeden ilk yarısını devirmişim hayatımın…
Sevgili içimdeki çocuk,
İşte o zamanlara denk gelir seni aramaya başlamam… Yaşadıklarımın tortusunda senin belli belirsiz göründüğün anların izini sürmem… Bazen bir “amaaaan, boşşşverrrr”de, bazen bir kahkahada, bazen de birkaç damla gözyaşında buldum seni, hep oradaydın aslında. Geldim, elini tuttum senin, gözlerinin içine baktım. “Reddedilmişlik” gördüm gözlerinde, “sevilmemişlik”, “uzaklaştırılmışlık” gördüm…
“Kim sever böyle bir çocuğu?” diye düşündüm ilk: ukala, çok bilmiş, büyümüş-de-küçülmüş… Zamanla fark ettim ki, kuşandığın zırhlarmış bunlar… Ben sana daha çok baktıkça, elini tutmayı sürdürdükçe, seni sevmeye başladım… Sen de bir bir çıkarttın üzerine giydiğin zırhları o zaman…
Anladım ki, çocuk güvenilmek istermiş… Ben seni tanıdıkça sana güvendim. Sen, ben sana güvendikçe daha çok gösterdin gülen yüzünü… Senin yüzün güldükçe ben daha çok sevdim…
Sevgili içimdeki çocuk,
İyi ki, tanımışım seni… Ben ancak seni tanıyınca “büyüdüm”. Ben ancak seni sevince kendimi bildim. Ben ancak kendimi bilince insanlığı sevdim…
En büyük arzum, ömrümün kalan yarısını yaşayıp bitirirken Cemal Süreya gibi vedalaşabilmek hayatla;
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
Üstü kalsın…
Ve inanıyorum ki, sen benim elimi tuttukça mümkün olacak bu hayat…
Seni seviyorum…

İmza: BEN

KOKU YA DA İLK GENÇLİĞİM’DEN İSTANBUL ANILARI

Görsel: http://cicekdiyari.blogspot.com.tr/
Yıllar önce, ilk gençliğimde İstanbul’da Anadolu Yakası’nda Beyaz Leylaklı sokakta oturmuştum bir yıl kadar… Leylakların baş döndürücü kokusu ile tanışmam bu dönemde oldu. Tabii ki daha önce de koklamıştım leylakları, ama onların işbirliği içinde, insanın aklını başından alan, denetimsiz kokularını bu sokakta yaşadım demeliyim, daha doğrusu.
Nisan – Mayıs aylarında başlayan bu çılgınlık, mevsim yaza döndüğünde yerini ıhlamurların baygın kokusuna bırakırdı sokağımızda.  Sanki kısa boylu, şeytani leylakların yanında daha ayakları yere basan ıhlamur ağaçları mevsim değişip havalar ısındığında akıllarının bir karıştan çok daha fazla havada olduğunu ispatlamak istercesine patlatırlardı çiçeklerini… Ve o güzelim ıhlamur çiçekleri, sanki bütün sene rayihalarını içlerinde tutmuş da, aylarca leylakları kıskançlıkla takip etmişler gibi salardı kokularını yol boyunca… Hele gün akşama döndüğünde kendinizden geçmeden adım atamazdınız sokakta… Her bir adım farklı bir deneyim olur, hayaller içinde ilerlerdiniz… Eve mi gidiyorsunuz, masal dünyasına mı karışırdı kafanız daha birkaç adım içinde…
Bundan mıydı acaba, her defasında ekmek almayı unutuşum eve dönerken, kim bilir?
Geçen zaman içinde, ben İstanbul’u terk ettim, Ege’de buldum kendimi… Hiç özlemedim İstanbul’u ilk başlarda. Portakalların, limonların çiçeklerine bıraktım bahar sevincimi… Yaseminlerin çılgınlığı, melisaların arsızlığı ile oyaladım yaz gecelerimi. Sonra bir ilkbahar sabahı erguvanları aramaya başladı gözüm ağaçlar arasında…  Necati Cumalı’nın Güneş Özlemi şiirindeki deli erguvanlar, yüreğimdeki bahçede ilk başını gösteren anıydı İstanbul’dan… Fark ettim ki, Ege’de de aynı derecede deli tüm erguvanlar, yatıştı yüreğim…
Yine de köydeki bahçemde, her türlü meyve ağacının arasında, manzaramın göz ucundaki erguvan ağacı hepten su serpti içime… Lakin bir süre… Bir süre sonra bahçemde olmayan iki ağacı daha fark ettim… Beni o ilk gençliğime götürecek iki yaramazı… Leylak ve Ihlamur tabii ki…
Derhal, ikisine de birer yer açtım bahçemde, tıpkı yüreğimde paylaştıkları yer gibi… Sonra da yeşermeye bıraktım o umutları bahçenin iki ayrı yakasında…
Nihayet bu sene, gözünün içine baktığım iki yürek sürgünümden ilki, yani leylaklarım coşturdu beni, kendi çiçeklenişi ile… Öylesine güzel, öylesine çılgın, öylesine vurdumduymaz…  Sanki hiç umrunda değilmiş de, öylesine salıvermiş gibi gönlündekileri…
O leylakları kokladıkça daha bir anladım, Alman yazar Patrick Süskind’in Koku (das Parfum) isimli ilk romanındaki (Can Yayınları, ISBN: 9789755100593) kahramanı Jean-Baptiste Grenouille’in deliliğini, hepsi benim olmalıydı o kokuların, sonsuza kadar… Parfüm yapımını mı öğrenmeliyim?
Evet, sevgili minik ıhlamur ağacım, şimdi gözüm senin üstünde… Öyle fütursuzca bakma bana… Adım adım yaklaşıyor senin de zamanın…
23 Nisan 2012

GİTMEK

Görsel: http://www.renklidergi.com
İtiraf edin. Hiç biriniz benim gittiğim gibi çekip gidemezsiniz. Hepiniz rol yapıyorsunuz. Tırnaklarınızı geçirmişsiniz oturduğunuz yerlere ve asla bırakmamak için bahaneler bulup duruyorsunuz.
Tek tek, her biriniz benim yerimde olmak istediğini söyledi, oysaki. Bazılarınız hayallerini çalmakla suçladı beni.  Ben de inandım ve kendimi daha bir iyi hissettim giderken. Hepinizin hayalini gerçekleştiriyordum ne de olsa. “Gitmek tedirginliği kaldırmaz”, dedim kendi kendime. “Hem bak, Can Dündar da aynısını söylememiş mi? Sırt çantan hep hazır durmalı, alıp çıkabilmelisin, vurabilmelisin yollara kendini”.
Sonra? “Sonrasını düşünmek gitmemek için bahane aramaktır”, dedim. Hadi, cesaretin varsa at benim gibi adımını, arkasını düşünmeden.
Sorsam, hepinizin emeklilik hayali benim yaptığımı yapmak. Ben bunu şimdi yaptım. Ne kaybederim, diye durup düşünmedim bir an için. Kayıplarımla kazançlarımı karşılaştırmadım, pazarlık yapmadım.
Çantamı aldım ve çıktım sadece.
Yorumlayamadığınız bir çığlıktı oysa terk edişim. “Beni tutun” yalvarışı vardı içinde. İstemez miydim ben de sizin gibi uyum sağlamak? Asimile olmanın cazip çekiciliğini hissetmemiş miydim iliklerimde? Sizin gitmek korkunuz bende bir kalmak türküsü idi sadece. Durabilseydim gider miydim? Uyum sağlayabilseydim sizin gibi? Tırnaklarımı geçirebilecek bir zemin bulsaydım, tutunmaz mıydım?
Pişman mıyım? Herkes kadar. Bazen pişmanım yerin dibine kadar, bazen hiç de değilim. Bizi pişman kılan nedir? Başka bir hayatın ihtimali mi? Daha iyi bir hayatın? Daha iyiden kasıt nedir bu durumda? Daha başarılı mı? Daha mutlu mu? Kim daha mutlu gece yatağa yattığında, bilebilir misiniz?
Şüphesiz ben değilim, giden bendim ne de olsa. Rahatsız bir ruh. Sizi de rahatsız etmiyor muydum? Hem kalışımla, hem de gidişimle tedirgin etmedim mi? Sorgulamadınız mı kalışınızı? “Yok, yok, kalmam lazım benim.” diye hesap etmediniz mi kendi kendinize.
Benim için de böyle işte. Ben de soruyorum derinlerde. “Yok, yok, gitmem lazımdı benim.” diyorum kendimi inandırmak isteyerek.
Yolun sonuna vardığımız bugün, gitmek de bir kalmak da… Giden ne buldu, kalana ne kaldı? Mutlu muyuz bir adım daha?
Atmaca gibi bekliyorsunuz hala biliyorum. Ağzımdan çıkacak “pişmanım” sözünü bekliyorsunuz. “Biz sana demiştik.” diyeceksiniz hep bir ağızdan, halinizden memnun gülümseyeceksiniz. Bir tek ben emin olamayacağım hala, kalmak daha mı iyi olacaktı sizce?
8 Mart 2012

PASİF DİRENİŞ

Görsel: http://postmodernizm.blogspot.com.tr

Oturduğu yerden kalkmamayı seçmiş bir intiharperest nasıl ölür?

ADI BANU…

Görsel: Goth by Francisca Lucero
Adı Banu’ydu, benden farklı bir bölümde çalışıyordu. Bir gün birlikte çalışabileceğimizi hiç düşünmediğim için fazla da ilgilenmemiştim onunla. Ortak arkadaşımız yoktu, çünkü hiç arkadaşı yoktu. İşini iyi yaptığı söyleniyordu. Bu nedenle İzmir’de şubede çalışırken merkeze aldırmıştı büyüklerden biri onu. Bütün taşınma masraflarının ödendiği, hatta bir yıllık kirasının bile karşılandığı dedikoduları vardı etrafta. Bir eleman için sık görülen bir şey değildi bu.
Kendi bölümüme eleman ararken onu önerdiler bana. Departman değiştirmek istiyormuş, sigara arasında öyle demiş benim çalışma arkadaşlarımdan birine. “Bir konuş istersen onunla da, beğenebilirsin.” diye önerdi. Biraz saçmaydı. Ferhan Bey pek eleman kaptırmazdı başka bölümlere çünkü. Güçlü bir adamdı. Firmanın tepedeki 4 asından biriydi. Onunla aşık atamazdım. Yine de Banu’yu izlemeye başladım.
Karanlık bir tarafı vardı. Saçları kısacık, simsiyah. Gözleri de yemyeşil ve derin bakıyor, içine işliyor insanın bakışları, tabii boş bakmadığı bir anına rastlayabilirseniz. Akşamdan kalma gibi bir hali var. Yok, öyle âlemci bir tip değil, daha çok evde viski içen tiplerden. Yüzü çok güzel, biçimli ve karakter sahibi. Camın önünde, eli şakağında, bir sigara bir kadeh viski ile hayal ediyorum onu. Üstünde yıpranmış, dizleri çıkmış bir eşofman belki, ya da iç çamaşırı ile oturuyor. İnsanlara bakmıyor ama, bulutlara bakıyor sanırım. Melankolik, ama vurdumduymaz bir yandan da. Bu hali ile bana benzetiyorum. Benim intiharım insanlarla, onunki tek başına, ama aynı yere gitmiyor muyuz sonuçta, ha kalabalıkta yalnızlığı seçmişim, ha yalnızlık içindeki gürültüyü…

Sık sık sigara odasında rastlaşıyoruz bu ara. Sanırım o da beni kolluyor. Yeni pozisyon için istekli belli ki. Yine de, elinde sigara, kopkoyu bir kahve, uykusuz, gözlerinin altı mor genellikle, bu hali ürkütüyor beni. O da konuşmak istiyor, cesaretini toplayamıyor belki. Selamlaşıyoruz belli belirsiz. “Dest-i izdivacınıza talibim” ağırlığında bir sessizlik. Reddedilme korkusu, geri dönüşü olmayan sözlerin ağızdan çıkma ihtimali gerilimi arttırıyor.

Sonunda dayanamayıp sessizliği ben bozuyorum. “Biliyorsun, Selin’in yerine büyük hesaplardan sorumlu olacak birini arıyoruz. Bana senin bu pozisyonla ilgili olduğunu söylediler.” Aradaki sert hava kırılıyor, derin bir nefes alıp cevap veriyor, biraz tutuk tabii ilk başlarda. “Evet, evet, düşünüyorum, tabii.” Biraz kendinden bahsediyor. İyi bir üniversite, sonra Amerika’da ihtisas, ancak ailesinin biricik kızı olarak İzmir’e geri dönüş. Anlaşılan zengin aile kızı, tatminsiz biraz. Yoksa ne işi var burada? Elmas küpeleri çekiyor dikkatimi, fikrimi pekiştiriyor.
“Peki, diyelim ben seni istedim, Ferhan Bey bırakır mı?” diye soruyorum.

“Çok sıkıldım, artık orada duramayacağım, bir yenilik arıyorum, Ferhan Bey’e de anlattım durumumu zaten, gideceğim dedim.” diyor. Dobralığı hoşuma gidiyor. Konu ile ilgisini, uzmanlığını da öğreniyorum ve düşünmek üzere zaman istiyorum.

Aslında fazla da düşünme lüksüm yok, Selin’in ayrılmasına az kaldı ve gitmeden işi birine devretmezse çok sıkıntılı günler geçireceğiz. Başka da aday yok bu ana kadar içime sinen. Fulya Hanım ile konuşmam lazım bir an evvel. Fulya Hanım da 4 As’tan ikincisi. Onun da aklına yatarsa Allah’ın emri, peygamberin kavli ile isteriz kızı.


18 Eylül 2011

İLK GÜNAH

Görsel: anaeraida.blogspot.com.tr
“Git buradan, seni sevmiyorum artık” diye bağırıyordu küçük kız teyzesinin ardından. “Senden nefret ediyorum” diye edepsizce çığlıklar atıyordu. İçinde ise büyümekte olan bir korku vardı, iki başlı ejderha gibi bir korku. Söyledikleri doğru değildi, tabii ki. Sevmediği ya da nefret ettiği doğru değildi. Korkusunu gizleyen sözlerdi onlar: Yalnız kalmak, sevilmemek… Ömrü boyunca korkacağı, hayatını esir alacak, tüm ilişkilerini etkileyecek korkunun temelleri atılıyordu o “edepsizlik” sahnesinde, sahte sinir krizleri ve çığlıklar arasında.
Daha 5 yaşında anlayabiliyordu sevilmemenin, ömrü boyunca yalnız ve sevgisiz kalmanın ne demek olabileceğini. Bunun gücünü biliyor ve teyzesini de bununla tehdit ediyordu o “büyümüş de küçülmüş” aklıyla. Bu aynı zamanda şeytanla imzaladığı bir anlaşmaydı, bunun ne demek olduğunu bilmese de içinde o soğuk, ama yakan elin yüreğini sıkmaya başladığını hissediyordu. Teyzesini tehdit ettiği o büyük güç kendini de tehdit edecekti bundan böyle, hem de ömrü boyunca. Söylediği bir yanlış kelime, işlediği en ufak bir hata “ömür boyu sevilmeme” kapısının anahtarı olabilirdi.
“Aşağı bakma sakın” Tehlikeyi görmediğin müddetçe güvende sayılırsın. Farkında olmadığınız birşeyden korkmazsınız. Küçük kız da koşulsuz sevmeyeceğini düşündüğü anda koşullu sevgiler gerçeğini yarattı kendisi için. Hep en iyi, en akıllı, en uslu, en başarılı olmak zorundaydı artık. Kendi ile bir yarış içinde olacaktır, “Aferin”lerle birlikte sevgiyi de haketmek için. Artık kendi olarak mükemmel değildir. İlk günah işlenmiştir. Büyüklerin dünyasına adım atılmıştır artık.
10 Ekim 2003

SOBA

Oda kapkaranlık… küçük kız ağlıyor… büyüğü ders çalışıyor… aynı odadalar… sobanın başında… Dışarısı soğuk… kendi odası soğuk… burada olmak zorunda… ışık yakılmayacak kadar aydınlık… ama karanlık oda… para yok… ışık yakılamaz… kapıyı açma, soğuk geliyor içeriye… baba TV seyrediyor… yapacak başka bir şey yok…
Anne, o nerede? içeride çamaşır yıkıyor anne… Otomatik makine yok, pahalı… Anne bütün hafta çalışıyor zaten.. ama çamaşırlar yıkanmalı… birazdan yemek saati gelecek… biraz önce ise çocuklara banyo yaptırmış… üstü başı ıslak… hava soğuk… ama o anne.. üşütmez…
Ya baba? O ne yapar… TV seyrediyor… Sobanın üzerinde bir kazan… Su kaynıyor… Tepesinde çamaşırlar asılı… Sobanın kenarına çekilen sandalyelerde banyo havluları atılmış. Onlar da kurumalı… hava nemli, soğuk ve loş… Yanık kokuyormuş ama… Küçük kız ağlıyor…
Anne geldi… Kızacak… haklı… saçını süpürge ediyor bütün gün… Havlular yanmış nasıl fark etmezsiniz… ne biçim insanlarsınız siz… Birazdan da yemek istersiniz… İsteriz… Çocuğuz biz… Baba TV seyrediyor.. içerisi loş, soğuk, nemli, yalniz…
25 Ocak 2001

ÇOCUKLUK SAATİ

Görsel: http://www.cempolatoglu.com
Çocuk Saati’ni dinliyorlardı, radyonun başında, sanki sesi uzağa gelemeyecekmiş gibi – sesten de tasarruf yapıyorlardı belki de- eğmişti küçük kız başını radyoya doğru. Babası yanındaydı. İlk defa okula gitmeden önce, dışarıda da olmadan babası ile olmanın keyfini sürüyordu…
İyi ki de öğlenciydi aslında bu sene – yine de erken kalkmak zorunda olmamayı yediremiyordu hala kendine- sabahın keyfi daha bir farklıydı babası ile, ödevlerini yapmanın bile…
İyileşmişti babası, artık hasta değildi. Ama bunu işyerine söylememişti herhalde onu taburcu eden doktorlar. Ne zaman söyleyeceklerdi, belli değil. İyiydi babası artık, hasta değildi.
Bahardı mevsim, kuşların ötüşünü hissedebiliyordu dışarda ve içindeki kuşların ötüşünü ben bile duyabiliyorum bunca yıldan sonra… Babası yanındaydı ya… İlk defa onunla konuşacak birisi vardı yanında…
“Baba,” dedi, “hava çok güzel, bak güneş var. Lütfen hırka ile gideyim bugün okula, manto giymeyim, lütfen.”
“Dışarısı soğuktur kızım, hastalanırsan annen ne der sonra bize?”
Hep “kızım” derdi babası ona, çok da güzel söylerdi. Geceleri yatarken “iyi geceler” dediğinde “iyi geceler, kızım” diye cevap verirdi mutlaka, “kızım”ı öyle güzel vurgulardı ki, ömrü boyunca sevdi küçük kız o kelimeyi.
İkna edebiliyordu babasını. Onu dinlerdi çünkü, zamanı vardı belki de artık… Manto giymedi o gün okula giderken. Aralarında bir sırdı bu. Sonsuza kadar söylemediler anneye…
Çocuk Saati’nden önce ders saatiydi. Kendi yapardı ödevlerini aslında hep, ama babasına onaylatmak isterdi. “Di mi, baba?” diye sorardı mutlaka… Koskoca kızdı 8 yaşında… ama babası kadar bilemezdi ya…
Ve okula gidiş, uzunca bir yoldu aslında sanırım, ama küçük kıza kısa gelirdi. Üzerinde hırkası ile, güneş parlarken, içinde kuşlar cıvıldarken, o yol hiç bitmesin isterdi…
Bundan daha çok isteyebilir miydi o yolun hep sürmesini, daha 20 yıl aynı evde oturacağı babası ile ilgili son anısının bu olacağını bilseydi?
30 Ocak 2001

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Bellek

Belleğim bana oyunlar oynamaya başladı artık... Oysa ne kadar güvenirdim ona... Asla kalem kağıt kullanmamakla övünürdüm... Babamın defter-i ahmakiyesi benim için en büyük dalga vesilesiydi... Hani dün ne yediğini hatırlamayanlar var ya, bana sorun geçen hafta ne giydiğimi bile tek tek anlatırdım size... Sabah kalktığımdan itibaren adım adım günümü sayabilirdim ya da isterseniz geriye doğru... Asla defterlere, telefon rehberlerine güvenmem... En çok güvendiğim kendi hafızam - DI...

Oysa annem tasarruftan yanadır bellek konusunda... Ona göre ne kadar az şey tutarsa aklında o kadar yer kalır yeni şeylere... Evindeki dolaplar kadar temiz ve düzenli tutmaya çalışır belleğini... Şimdi 90'ında, bunadı iyice... Ama hala o gelinlik günlerinden anıları capcanlı... Kayınvalidesinin güzelliği, annesinin yardımları, bütün iyi şeyler hep aklında... Tertemiz ve düzenli aklında... Hiç hatırlamıyor görümcesi ile "kaynanasının" bir olup büyük oğlunu elinden aldıklarını... Ağabeyim bir anda kuzenim oluvermişti oysa... Halamlara gittiğimizde görüyorduk onu sadece... Fazlaca sarılmamıza izin de yoktu, sadece gerektiği kadar. Kuzenim Almanya'da zaten şimdi, uzun süredir görmedim onu, halam öldüğünden beri...

Belki de annemin belleği yanıltıyor beni.

21 Ağustos 2015 Cuma

Kısmet

Bu yazıyı kitap kulübümüzde, atölye çalışması bölümünde yazdım... Çok da keyif aldım... Ayda bir Bir Kitap Bin Sohbet - Atölye çalışmalarında 6 dakika uygulaması yapmaya karar verdik... Yazdıkça paylaşmaya devam edeceğim...

---

KISMET Bey, bize bakar mısınız? Şimdi ben şu gazozu içmek istiyorum, ama annem bana izin vermiyor, çünkü ona göre kısmet de olsa bütün erkekler kötü, babam bile... O zaman neden onunla evlendiğini merak etmeye hakkım olmadığını düşünüyorum. Yoksa babamı sevemem ki, annemin kötü olduğunu düşündüğü birini seversem bu günah olur mu? O kısmet kötü ise, ben onu sevmez isem onun adına yine kısmet diyebilir miyiz? Ya sevdiğim kısmet değilse o zaman bu hikaye iyi mi olur yoksa acıklı olan hikayelerde hep iyiler mi ağlar? Kavuşamıyorsam eğer o adama o zaman onun iyi olduğunu mu anlıyoruz? Ya ben ona güvendiysem? Güvendiysem, güvendiysem teslim oluyorum bu durumda diyebilir miyim?

Bir de kendini teslim etmek var, değil mi? Kısmet kısmet iken kötüydü, ama evlenince kendimi teslim etmem gerekiyor. Ama o bir erkek. Kadın olsaydı iyi mi olurdu peki? O zaman neden teyzem de kötü? Naime teyzeyi sevdiği için kötü. Onun kısmetinde de o varmış oysa...

18 Ağustos 2015

Parlak

Parlak gün ışığı altında her şey daha bir güzel görünür ya hani... Tıbben de öyledir, güneş mikropları öldürür... Kargalar parlak şeyleri sever, insanların çoğu da kargalar gibidir... Aydınlık güzeldir, hele parlıyorsa daha bir güzeldir... Kimi zaman ayna gibidir parlayan şey, senin güzelliğini yansıtıyordur sadece hayran olduğun... Acıklıdır biraz, güneş gidince o hayran olduğun şeyin aslında bir cam parçası olduğunu anlamak... Bir hayali sevmektir aslında parlak şeyleri sevmek, kimi zaman o hayal gerçek olur belki, ama çoğu zaman anlamsız ve değersiz buluruz zaman geçtikçe, parlaklığı soldukça...

Bir de gece parlayanlar vardır... Ay ışığı gibi, evlerin ışıkları gibi... Uzaktan her biri yuvadır bizim için o ışıl ışıl pencerelerin, ama bilir miyiz kaçının içinde gerçekten sıcaklık vardır? Bir kap yemek, bir ateş, bir ruh...

Demem o ki, eğer bir ışıltı varsa ve sizin elinizdeyse kıymetini bilmek lazım bir yandan... Her şeye de şüphe ile yaklaşılmaz ki, yarın parlaklığını yitirirse, yeni bir aydınlığa yelken açarız ne olmuş? Anı yaşamak lazım, kardeşim...

20 Ağustos 2015 Perşembe

BEN ÖLÜRSEM


Ben ölürsem başka türlü ölmek isterim,
Hiçbir zerrem kalmasın benden geriye,
Anılarım, onları da götürmek isterim birlikte…
Dostlarım, dostlarım bilmesin gittiğimi,
Her şeyi unutturmak mümkün mü giderken?
Günleri, dünleri, bir bardak çayla tüm o demleri?
Nasıl bir roman kahramanı yer ederse kalbimizde
Öyle tatlı bir veda olsa benimki
Hayır, aslında tamamen silinmek istemiyorum dünyadan
Ama hatıralarda yaşamak da istemiyorum
Karışık biraz benimkisi
Bir garip sızı gibi
Acısız Adana gibi
Gökle yer arasında, arafta gibi
Çok tanıdık bilindik ama,
biraz da hiç yaşamamış gibi
25 Ekim 2014

DETAYLAR

Görsel: Blake Flynn

Artık hiçbir detay yok bende
Anlayan zaten anladı
Anlamayana takatim yok
Bir cümle eder ve geçerim
Derini anlayanda gizli
Yanlış anlayanlar olur mu
Olsun
Detaya dermanım kalmadı
3 Haziran 2014

MA-BA’D

Aynalar gösterebilir mi ruhun nârını
Tepeden baktığında gördüğün yangını
Gözünün içinde fer kalmayınca
Baktığın altın olsa doldurmaz zarfını
31 Mayıs 2014

SONSUZLUK YANI


Bir bilet ver bana amca,
Sonsuzluk yanı olsun…
Henüz küçüğüm büyüdüğümden
Korkuyorum sınırlarımdan
Atamadım uçurumdan aşağı adımımı
Sen bana bir bilet ver en iyisi
Çocuk yanımdan…
22 Mayıs 2014

HİSSİZLİKTEN GERİYE


Kördüğümlere gebe bir bahar nostaljisi içinde,
yarının pişmanlıklarından yılgın, dünün sevinçlerinde yaslı,
kalbimi saran demir kafes bugün daha bir sıkı
keşke telaş olsaydı biraz, hatta biraz da endişe
tutkunun gergin yangısı boğazımda düğüm olsaydı
ama yok, hiçbiri yok, terk ettiler beni
sadece demir kafesimin pasları anlatıyor yaşımı
genzimdeki o kesif koku teslim aldı aklımı
korku desem o bile yok, bir damla kuruntu belki
daha çok hissizlik artık nefes alamayan kalbimde kalan son
dalgalar, yine gelecek misiniz geriye
acılara bile razıyım bu hissizlik yerine…
4 Mayıs 2014

YORGUN

Fotoğraf: Matt Austin

Yorgunum anla
yaşamaktan
saçlarında yok olan beyazlar gibi
yaşlanmadan
kuraklıkta esen rüzgar gibi
yorgunum işte
veda eden zaman gibi
yorulmaktan bile yoruldum
öyle durmaktan
peki der gibi
anlamsızca peki
eski dilden kalma bir söz gibi
adını bilmiyorum
çoktan unuttum
ucu kaçıveriyor düşüncelerin
çırpınsam
tutar mıyım
unuttum çırpınmayı
kuşların kanadını bile unuttum
gözümün kenarındaki
dilimin ucundakini bile
yorgunum anla…
19 Nisan 2014

ŞERİT İHLALİ

Bir şerit ihlalinden ibaretti yaşamı…
Düz tutmakta zorlandı mı direksiyonu
Yoksa gözü başka şeritlere mi kaydı
Bilinmez…
Şeridi falan bırakıp yoldan çıksaydı
Hatta dursaydı bir anlığına…
Ben orasını bilmem…
Bir şerit ihlalinden ibaretti yaşamı
15 Nisan 2014

IŞIĞI BEKLERKEN


Her gece, penceremin yanında ışık yakacağım
Tıpkı masallardaki gibi
Her gece, seni bekliyor olacağım
Geceyi ipeğe işler gibi
Gölgeleri sevmek zorunda ışığı yakan, bilir misin?
Karanlık bile daha az ürkütücü oysa
Gölgelerin uzamasından
Ne olur, uzamasın daha fazla
Her gece, penceremin yanında
Seni bekliyor olacağım
Parmaklarım mı bana ihanet eden
Sesimi aldı karanlık
Her gece
Seni, sesimi
Gölgeler bana arkadaş olmasın
13 Nisan 2014
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...