20 Aralık 2016 Salı

Kapı

Görsel: http://www.yenidendogus.net
Aç kapıyı, aç ben geldim... Koynuna girmeye, evine yanmaya geldim... Kapının ardında günlerce, gecelerce yatmaktan geldim... Aç kapıyı, aç ben geldim...

Açım günlerdir derdinle, açım aylardır hasretinle, açım yıllardır sevginle, açım, aç kapıyı, ben geldim...

Yıllardır sen içeride, ben dışarıda, seven sevilenden fena, sevilen daha fena, aşığa maşuk gerek, maşuk zaten aşktan yana...

Aç kapıyı, ben geldim, doya doya sarılmaya, narınla yanmaya geldim... Aç kapıyı, sevmeye sevilmeye geldim... Aç kapıyı sonsuzluk ateşinde dem alıp yoğrulmaya geldim... Aç kapıyı, ham demirdim, evrilip su almaya geldim, çeliğe nar olmaya geldim, aşkına yar olmaya geldim...

Aç kapıyı, ben geldim... Öylece, sadece, yalnızca ben geldim...

Çiçek


Dün yeni yıl dileklerimizi mandalaya dökmek amacı ile Mandala Grubumuz ile toplandık. Benim 2017'den dileğim huzur ve barış, içimde ve dışımda... İşte bu niyetle yandaki mandala oluştu... İsmi ÇİÇEK... Sonra 6 dakika konuştu çiçek bende...

Şöyle dedi:

"Canım benim,
senin ne kadar çok sevdiğimi anlatmak isterken sesim o kadar duyulmuyor olabilir, çünkü ben alışkın değilim duygularımı ifade etmeye, alışkın değilim sevmeye ve sevilmeye... sadece kenarda durmaya alışkınım.
Belki de bir tomurcuktum açmayı bekleyen... Bir minik cenindim anne karnında doğmayı bekleyen... Sevgiyi henüz tanımayan, ama tüm potansiyeli içinde taşıyan... Çok sevebilirim, biliyorum, çok çok sevebilirim... Bütün çiçeklerimi açabilirim, RENGARENK..."

İşte böyle, biz 5 kadın, çizdik, yazdık, konuştuk... Kendimizi ifade ettik, içimizi döktük çemberin sesiyle... İyi ki...

26 Kasım 2016 Cumartesi

Ekmek

"Dilenciye verilen bir ekmek yardımseverlik degildir. Asıl yardımseverlik, siz de dilenci kadar açken onunla paylaşılan ekmektir." demiş Fidel Castro. Ah, işte o ekmek var ya... Ne kutsal bir şey... Ekmek parası var, alın teri ile birlikte anılan... Aslanın ağzındaki ekmek var, ekmeğini bölüşüp de yemek var.

Ekmek nimettir, saygı ister, şükür ister... Bir dilim ekmek için ne emekler harcanır, ne kadar yorulur insanlar, bir de bakarsın, bazıları oturduğu yerden yutuverir sizin ekmeğinizi... 

Alınteri ile ancak ekmek alınır gibi de bir çağrışım yaptı bana şimdi yazarken... Çalıştıkça kazanırız, ama az kazanırız diye düşündüğümü fark ettim... Bir lokma ekmek ile yetinmek benim için çalışkanlığın karşılığı... Ne acı... Hep kıt kanaat yaşamaya muhtaç eden bir düşünce... O zaman bunu değiştirmeli şimdi... 

Ben ahlaklı ve etik yollarla, az çalışarak da çok kazanabilirim ve öyledir...

24 Kasım 2016 Perşembe

Yardım

Yardım istemekten çekinenlerden misiniz siz de? Hani "kol kırılır yen içinde kalır"larcı mısınız? son ana dek kuyruğu dik tutanlardan mı yoksa? Acından geberse tek kelam etmeyenlerden, kan kussa kızılcık şerbeti içtim diyenlerden misiniz?

Yardım ister misiniz? Başınız sıkışmasa da, sadece bir ele ihtiyacınız olduğu için, sadece iki elle daha rahat olacağı için yardım isteyebilir misiniz?

Yardım isteyince küçüleceğinizi, yumuşayacağınızı mı zannediyorsunuz, yoksa birine gebe kalmaktan mı korkuyorsunuz? Hayır denemeyecek kadar değerli olduğunuzdan külfet altına mı sokacağınızı sanıyorsunuz etrafınızdakileri?

Dostlarınız mı yok yoksa? Güvenmiyor musunuz çevrenizdekilere? "Bizi bizden çare var" diyebileceğiniz kimseniz yok mu?

Yardım istemekten çekinenlerden misiniz? Utanır mısınız zayıf görünmekten? Aciz mi sanarlar sizi yardım istediğinizde? Ne olur?

Yara

Yaralarını sarmak için zaman ihtiyacı vardı. Sürünerek ilerliyordu, duvardan destek alarak... Bir kurşun kolunu sıyırıp geçmiş, bir tanesi bacağına sağlanmıştı... Karnında bir kurşun yarası vardı, ağır ağır bir sıcaklık dalgası ile gömleğine yayılan kanı hissediyordu... En çok koyan ise sırtına saplanan bıçaktı... Sezar'dan beri süregelen bir olay, tarihe mal olmuş... Arkadaş vurgunu... "Sen de mi?" sözünün pusuya karıştığı... "Oysa..." diye başlayan nice cümlelerle bitecekti hayatı belli ki... "Gövdem gövdene can olsun" diyebilecek biri yoksa yanında, yaşamak da ölene kadar sürecek bir azap sadece, ne fark eder?

21 Kasım 2016 Pazartesi

Fesleğen

Yeni bir eve taşındım mı, ilk iş fesleğen dikerim ben... Bir konserve kutusuna, çatlak bir demliğe, kulbu kırık bir fincana, illa ki bir fesleğen dikerim... Fesleğensiz ev olmaz, yazlık hiç olmaz...
Sabahları kalktığımda, ilk iş balkona çıkarım, çiçeklerime bakarım tek tek, ne sürprizleri var benim için, ne tür bir yaşama evsahipliği yapıyorlar, bir kelebek kozası mı var içlerinde bir arı kovanı mı yanlarında, minnacık kurtlar mı basmış, meyve sinekleri mi? Yanlarındaki su kapları kumrulara mi suluk olmuş, marulcukların kenarlarından mı koparmış serçeler?
Sonra fesleğenimi okşarım, elimde kalan kokusunu çekerim burnuma, evimdeyim derim, derin derin...
Sardunyalar ne kadar dışarı bakarsa fesleğenler o kadar içeri çeker insanı... Bir çay demlemeye, bir bisküvi açmaya, biküviyi çaya banmaya... Yuvaya davettir fesleğenler...

14 Kasım 2016 Pazartesi

Çöktüm

14 Kasım Dolunay Mandalası
Niyet: Bıkkınlık ve bezginliği atmak
Bittim ben, yıprandım, umudum kırıldı... Ay doğsa haneme umrumda değil... Bir adım daha atacak halim yok... Bittim ben... Bir ses daha duyacak, bir harf daha söyleyecek halim yok... Küllerimden yeniden doğacakmışım, haberim yok... Umrumda olsa bile takatim yok. Bakıyorum kalbime, ne sevgi ne nefret, uyuşmuş, duygudan yoksun, taş da değil, almas da... Sünger olmuş... Emiyor, ne gelirse onu emiyor... Emdikçe ağırlaşıyor. Ağırlaştıkça taşımıyor yükleri, taşıyamıyor, bir çamur, bir balçık, bir ağırlık içinde...
Umutlarım var mı? Belki de var, bir tohum halinde belki de... Yeşermek istiyor, yeşeremiyor, fırsatı yok, nefes alamıyor ki neyi büyütecek içinde? Oksijen lazım önce, güneşi görebilmek lazım... Su lazım, toprak lazım... Ama kimya bu... Hepsinin yeri ve zamanı var... Oranları var... Bir anda hepsini boca ederek olmuyor... Taklit ederek olmuyor yaşamak, rol yaparak olmuyor... Takılıyor, tökezliyor işte insan...

Keşke, çocukluğumdaki gibi olsa... Ayağım takıldığında, yere düştüğümde, dizim kanadığında, yaraya bakıp suya tutup kaldığım yerden devam edebilsem koşmaya... Sadece koşmayı düşünebilsem yeniden... Ayağa kalkıp koşsam, koşsam daha çok, daha hızlı, daha uzağa... Koştukça yenilensem, tazelensem, hiçbir şey görmese gözüm koşmaktan gayrı, nefesim ancak kendime yetse, kimseye nefes olmam gerekmese, tek olsam yine, tek ve hür, hür ve yalnız, yalnız ve tasasız, tasasız ve dinç, dinç ve dirençsiz, dirençsiz ve taze...

Kalabalık, esir, çok, endişeli, yıpranmış, öğrenmiş, aciz ve yılgın olmasam...

Düşünmeden

Düşünmeden attı kendini yola, o teyzeye yardım etmesi gerekiyordu... Teyze dakikalarca kaldırımda bir sola bir sağa bakmış, ancak kendine güvenini toplayıp karşıya geçmeye hazırlamıştı kendini.... Yol boştu adımını yola attığında... Bir adım bir adım daha yolun ortasına yaklaşmıştı ki acı bir fren sesi duyuldu. Panik oldu teyze durdu, etrafına bakındı. Dakikalar içinde topladığı konsantrasyonu bir anda dağılmıştı. Fren sesi uzaktan mı gelmişti, hayır, işte şuradan, köşeyi dönen arabadan gelmişti... Geriye baktı teyze, artık geri dönmek için çok geçti, karşı kaldırım da çok uzak göründü gözüne besbelli, eli başına gitti, bir adım atacak gibi oldu, duraksadı, başı döndü belli ki, panik oldu...

Beyaz kısa saçlarını özenle taramıştı teyze, yıllar içinde incelmiş dudaklarına bordo bir ruj sürmüştü. Gri biyeli pembe bir Channel tayyör vardı üzerinde, ona uygun gri ayakkabıları ve kurşuni çantası, belli ki çok güzel bir kadındı gençliğinde, ama şimdi karşıdan karşıya bile geçemiyordu işte...

İki adımda teyzenin yanındaydı, elini tuttu, sıcak bir gülümseme ile cesaret vermeye çalıştı. Kadın ters ters baktı ona, elini çekti, sırtını dikleştirdi, karşıya geçişini tamamladı... Arkasına bile bakmadan sokaktan geçip gitti...

13 Kasım 2016 Pazar

Kedi

Kedi gibi büzüşüp otururdum sobanın yamacına okuldan geldiğimde... Annem çalıştığı için ilk işim sobayı yakmak olurdu anahtarımı çantama yerleştirdikten sonra... Gaz sobasıydı bizimki, arkasına eğilir gazı açardınız, birkaç dakika gazın haznede birikmesini bekler, sonra kibriti bırakıverirdiniz içine... Hızla çekerdim tabii elimi sobanın içinden... Kısa bir süre izler, sobanın tutuştuğundan emin olur, sonra kapatırdım minik penceresini...

Daha sonra odun sobamız oldu... Kovasını önceden hazırlamanız gerekir odun sobası yakacaksınız... En alta gazete kağıdı, çalı çırpı gibi kolay tutuşacak malzemeler, etrafına da ince odunlar ya da tahta kasa parçaları falan... Bir gazete kağıdını büküp kalınlaştırır ucundan tutuşturursunuz sonra mümkün olduğu kadar alttan tutuşturursunuz kolay yanacak malzemeyi... Alttan üflemek gerekir bazen alev alsın çabuk diye... Gazeteler yanar, ince dalları tutuşturur, çıtırdamaya başlar tahtalar... İşte o zaman daha kalın odunları atarsınız... Biraz daha zahmetlidir odun sobasını tatuşturmak, ama kömür sobası kadar değil...

Kömür sobasına düşmemiz daha sonralara tekabül ediyor... Ben lisedeydim sanırım, annem emekli olmuştu... Tutuşturması ayrı derttir kömür sobasının, külü ayrı derttir, ama ucuzdur, gaz gibi lıkır lıkır gitmez bir gıdım ısıtmak için, odun gibi 5 dakikada geçmez... Ellerin yırtık yırtık olur da kömür tozu girer aralarına, yıpranırsın sen de kömürler birlikte... Yakmayan bilmez, sadece kestane kebabından ibaret sanır sobayı, bir de kedi gibi kıvrılmak...

12 Kasım 2016 Cumartesi

Sakin

"Sakin ol" demediler bana hiç... Hep sakindim çünkü... Mantıklı, sakin, soğuk kanlı... Bir anda parlamaz, her konuda planlı programlı... Ben küçükken bana sorulan "büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna asla cevap vermedim mesela... Hiçbir zaman, gelin, itfaiyeci, dondurmacı, doktor olmak istemedim... Pek öyle hayalim falan da olmadı... Hayal kurmayı bilmem ben pek... Sadece plan yaparım. Bir şeyi elde edemeyeceğimi düşünüyorsam, elde etsem ne yapardım diye düşünmem... Asla piyango bileti almam mesela...

Böyleyim ben... Kupkuru, planlı, sakin... Coşkusuz, hayalsiz, sessiz...

"Oysa ne hayaller kurmuştuk..." tarzı cümlelerim olmadı hiç... Hayalperest olmadım, gerçekçi olmakla övündüm... İnsan olmak yerine robot olmaya öykündüm... Duygularımı öldürdüm... Adım adım kendim de öldüm, belki de ölü doğmuştum, kim bilir? Belki de bir mantık evliliğinin olmayan çocuğuyum...

Sakin, kuru, coşkusuz...

11 Kasım 2016 Cuma

Ayakları

Ayakları hep üşürdü... Küçücük küçücük ayakları vardı, bir türlü çorap giymeyi sevememişti... Eve gelir gelmez ayakkabılar bir tarafa, çoraplar diğer tarafa, çıplak ayak gezer, sonra da hırkasına sarınırdı... Üşümedin mi? derdim, Üşümedim, derdi. Getir bakayım ayaklarını, derdim... Mahçup bir gülümseme ile uzatırdı, buz gibi ayaklarını... Ellerimin arasında ısıtırdım onları, sıcacık yapardım kanepede uzanırdı hemen, kedi gibi kıvrılırdı... Sıcacık bir kadındı, sadece ayaklarıydı buz gibi olan... Ördüğü battaniyeyi çekerdik üzerimize, o kanepeye kıvrılmış, ayakları benim kucağımda, üzerimizde artık yünlerden battaniye... Birer fincan kış çayı mis gibi zencefil - tarçın kokan...

Taş yağsın isterse fark etmez... Kucağımda minicik ayakların, burnumda tarçın kokusu, bir yudum sonsuzluk...

10 Kasım 2016 Perşembe

Terlik

Misafir terlikleri vardı, ayakkabılıkta bekler, misafir geleceği zaman kapının yanına dizilirlerdi... Çok da güzel, parlak, janjanlıydılar... Bazıları topuklu, rugan olanları da vardı... Çok severdim onları... Giymek isterdim. Misafir geleceği zaman, tek tek dizerdim kapının yanına... Çaktırmadan denerdim, eğer bana bakmıyorlarsa arka odaya kaçırır orada manken provası yapardım topuklu olanla... Perdeden duvak, kazaktan saç yapardım ya da anneannemin tülbentinden pelerin...

Minik halılardan bebek yapmışlığım vardır benim, sandalyelerden at arabası, taşlardan Rapunzel'in kulesi... Bir kağıt parçası hazine haritamdı, kültablaları tencerem.

Rengarenkti benim küçüklüğüm, sadece fotoğraflar siyah beyazdı...




9 Kasım 2016 Çarşamba

Kutu

Kutu için: www.lsvdukkan.com/
Bir kutu verseler bana, doldur içini deseler... Ne koyardım acaba içine? Kutumu ne ile doldururdum? Biraz coşku koyardım içine sanırım, biraz tutku, biraz da merak koyardım, çok eskide bırakmıştım çünkü merakımı, uzun süredir pek kullanmıyorum sanki... Biraz yeni koyardım içine, bir tutam da eski... Belki birkaç biber, acısız olmaz ama, değil mi? Bir fincan da kahve ve kırk yıl hatrını da eklerdim...

Bir kutu verseler bana, doldur içini deseler... Özlemelerden, oğlumun bebekliğini koyardım, özlediğim süt kokusunu, hüzünlerden okuldan mezun olduğum günü koyardım, hevesten yeni işime başladığım ilk günü...

Bol bol da sevgi koyardım içine, biraz anne, biraz evlat, biraz kardeş, sevgilimi koyardım...

Seçilmiş yalnızlıklar, yanında birkaç kitap, baharın ilk sabahını koyardım, sonbaharın gün batımını, yılın ilk karına uyanmayı koyardım, yağmurun çatıdaki tıpırtısını... Toprağın kokusunu, tohumun filizini... Salıncakta sallanmayı, taaa göğe çıkabileceğini sanmayı...

Ne ki, tüm bunları yazarken yüreğimdeki sızlamayı da koyardım içine sanırım kutunun, istesem de ayıramazdım birkaç pişmanlık kaçıverdi içine...

8 Kasım 2016 Salı

Telefon

Bazen diyorum ki, hiç telefon taşımasam yanımda... Eskisi gibi hani... Telefon o kadar nadir çalsa ki, üstüne dantel örtü örtülse salonda, baş köşede... Sözleşsek seninle, Taksim - Sütiş'in önünde, okul çıkışı, saat 3'te gelsen sen, biraz geciksem mesela ben... Merak etsen, saatine baksan beklerken... Kafanda hesap etsen:

- 2'de çıktı okuldan, Beşiktaş'a kadar yürüdü, 15 dakika, 10 dakika da dolmuş beklese, eh, dolmuş da 15 dakika, yok yok, trafik vardır bu saatte, 20 dakika diyelim...
- Gecikti, unuttu mu yoksa?
- Belki bir arkadaşı ile yürümüşlerdir Beşiktaş'a, sallanmışlardır biraz, gelir şimdi...
- Başına bir şey gelmiş olmasın...

O sırada insem dolmuştan... Yüzündeki o endişeyi görsem, sonra gülümsemeyi beni görünce... El sallasam sana, karşıya geçmek için beklerken... Birazdan sarılacağımı bilerek... O mis gibi kokunu içime çekerek, yanağından öpeceğimi bilerek el sallasam...

Diyorum ki, hiç telefonum olmasa, sadece AŞK olsa...

7 Kasım 2016 Pazartesi

Bilet

"Biletçi, bakar mısın?" diye seslendi arkasından adamın... Gişeyi kapatmış, hızlı adımlarla ilerlemeye başlamıştı adam... Duymadı mı, yoksa duymak mı istemedi, bilemiyorum... Öğlen yemeği için evine gidiyordu belli ki, vakit dar, yol uzundu belki de... Ya da önce halletmesi gereken başka işleri vardı, ekmek ve yoğurt götürmesi gerekiyordu eve, bakkala uğrayacaktı ama önce borçlarını kapat derse bakkal, ne cevap verecekti, onu hesap ediyordu kafasında...

Ama ilk otobüse bilet alması, hemen gitmesi şarttı bu şehirden... Öğle paydosunu bekleyemezdi, mümkünü yok bir saat daha geçiremezdi buralarda... Hemen gitmesi şarttı... Kalkan otobüse doğru seyirtti mecburen, biletçi çoktan uzaklaşmıştı çünkü o bunları düşünürken... Belki şoföre yalvarsa, ilk duraktan alsa bileti, kim bilir... Koridorda bile oturmaya razıydı, öyle cam kenarı, muavin arkası gibi takıntıları yoktu... "Yok, yok, yalvarsam kesin alırlar beni" dedi sesli sesli, kendi sesini duydu, irkildi... Koşmaya başladı otobüse doğru... Biletsiz de olsa, binmeliydi ilk otobüse...

5 Kasım 2016 Cumartesi

Susmak

Susmak istemediğim zamanlar var benim, hiç susmak istemediğim... "Susmam asaletimdendir." diyorlar ya, asaleti falan bırak, edepsizliği de koy kenara, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum bazen...

Söz gümüşse, sükut altınmış ya, boş vermek istiyorum onca altını, gümüşü de bir kenara atayım, sadece, sadece bağırayım istiyorum...

Önünü, sonunu düşünmeden konuşan insanlar var ya, hani hiç hoşlanmadıklarımız, patavatsızlar var ya... Onlar kadar düşüncesiz, pervasız olabilmek istiyorum bazen... Aklımı, dimağımı, efendiliğimi bir kenara koyup gözümü patlata patlata konuşmak istiyorum... O kırılmasın, bu alınmasın, beriki darılmasın demeden, içimden geçtiği gibi konuşmak istiyorum. Onlar kırılmasın derken kendimi kırılmış bulmamak için konuşabilmek istiyorum. Onlar alınmasın derken, onlar darılmasın derken en küskün kendimi buluyorum, en değersiz, en kenara itilmiş bir ben varım, o kenarda, yıpranmış, küçücük...

Değer mi asalet için bunlara?

1 Kasım 2016 Salı

Harmoni

Dün akşam çok sevdiğim Ebru'nun Çemberin Sesi - Mandala Atölyesi'ne katıldım... Üstelik farkında olmadan oldukça önemli bir geceyi seçmişiz toplanmak için, Keltlerin önemli bir bayramında: SAMHAIN

İşyerinde huzur niyetim ile başladım mandalamı yapmaya... Bu yaptığım ilk mandala değil, ama mandala okumaya atacağım ilk adım, o nedenle önemliydi benim için...

Önümüzdeki rengarenk kalemlerden seçerek dinginlik ve huzur bularak yaptık mandalalarımızı biz 6 kadın... Yaptıkça açıldık, yaptıkça sevdik...

Mandalalarımız bitince Ebru bizden mandalamıza bir isim koymamızı ve onun ağzından bir 5 dakika yazmamızı istedi... Tam da bana göre, yazmak bana iyi gelen, yazdıkça iyileştiğimi hissettiğim bir süreç...

Yanda fotoğrafını gördüğünüz SAMHAIN - huzur niyetli mandalamın ismi HARMONİ... Merak ediyorsanız, bana söyledikleri de işte bunlar:

Ben bir lotus çiçeğiyim, bugün burada huzurdan doğdum. Pisliğin, çamurun, bulanık suyun içinden doğdum. Siz köklerimi göremezsiniz, bilemezsiniz çektiklerimi, sadece, sadece size gösterdiğim kadarını bilirsiniz.

Renklerimi gösteririm size ancak, rayihamı veririm. Özümü aldığınızı sanırsınız, oysa sadece verdiğim kadarını alabilirsiniz. Bunu hiç düşünmezsiniz üstelik. Beni bildiğinizi, tanıdığınızı sanırsınız.

Oysa sadece çiçeğimdir gördüğünüz. Merak bile etmezsiniz o bulanık suyun içinde ne saklı, merak bile etmezsiniz asıl beni.

Çirkinliklerime tahammül edemezsiniz, istemezsiniz hayatınızda aslında asıl beni. Oysa güzelliklerden ibaret değildir hayat, o çirkinliklerdir güzellikleri yaratan... Bir bütündür HAYAT.

Böyle bir şey işte... Biz devam edeceğiz mandala atölyelerine... Tavsiye ederim size de...

25 Ekim 2016 Salı

Zehir

Kustun mu içindeki bütün zehrini? Tamam mısın artık... Rahatladın mı? Daha fazla zehir üretmeye hazır mısın? Nefret üzerine, kavga üzerine, öfke üzerine daha da fazla üretmeye... Kendi kendine biriktirmeye devam mı edeceksin?

Ben dedim sana, daha da derim, sen duymadıktan sonra neye yarar? İnsanın içindeki o ağu, nefes aldırtmaz ki adama? Görmezden gelebilir misin biriktirdiğin o zehri? Nereye kadar? Bastırsan ne olacak ki?

Zehir bu? Kurtulması kolay değil... Kussan dışarı, yutsan içeri... Bitmez...

Bilmez misin ki tüm zehir üreticileri panzehiri de üretir? Bilmez misin, panzehirin formülünü bilmeyen zehre hakim değildir? Peki nedir senin panzehirin? Nefretinin karşısında ne var, öfkenin karşısında? Kavgan kiminle? Karşında kim var?

Nedir senin zehrinin panzehiri?

18 Ekim 2016 Salı

Dev

Hani bir dev adam vardı, mavi gözlü bir kadını seven... Hatırlıyor musunuz? Birlikte dönme dolaba binmek istediler, almadı dönme dolaplar dev adamı... Adam döndü, mavi gözlü kadın onunla döndü...

Salıncağa binmek istediler, salıncak almadı dev adamı, adam sallandı, mavi gözlü kadın onunla sallandı...

Birlikte tahteravalliye binmek istediler, adamın yüreği hafif çekti, kadınınki ağırlaştı, ağırlaştı... Adamın yüreği mavi gözlü kadınla birlikte oldukça hafifledi, sevdikçe uçar gibi oldu, göklere çıktı...

Mavi gözlü kadının yüreği dev adamla birlikte oldukça ağırlaştı, daha çok endişe etti onun için, onu korumak istedi artık çocuk olduğunu unutanlardan... Endişe ettikçe daha da çöktü, ağırlaştı ayakları, artık dans etmek istemez oldu...

İşte bu hikaye yalnız kalmayı unutan mavi gözlü kadının hikayesi... Bugünü yaşamayı unutan mavi gözlü kadının...

17 Ekim 2016 Pazartesi

Kanat

Görsel: Blossoming by Delanssay Cathy
İnsanlar ilginç yaratıklar... Hem kökleri var ağaçlar gibi, hem de kanatları var kuşlar gibi... Bu yüzden hem kök salıp topraktan beslenmek istemeleri hem de kanatlanıp uçmaya kalkmaları...

Bir tanesi baskın geldiğinde yeşerip çiçek açıyorsun, diğeri baskın geldiğinde göklere kanat açıyorsun... Bu ikisinin arasında gidip geliyor insanoğlu... Bazen ikisi aynı anda çekiyor, kopacak gibi oluyorsun, bazen içinden hiçbiri gelmiyor, oturup hayata küsüyorsun...

Bu ikisini dengelemeyi bilen insan hayatta mutlu oluyor, uçuyor, genişliyor, özgürleşiyor... Sınırlarını kaldırıp kapılarını açıyor... Sonra geri dönüyor, köklerinden besleniyor, dinleniyor, destek alıyor, güç topluyor... Her defasında biraz daha uzağa açabiliyor kanatlarını...

Kökler ve kanatlar... İkisini de ihmal etmeyeceksin... Bu kadar basit...

Not: Bu konuyla ilgili daha önce yazdığım yazı için tık

3 Ekim 2016 Pazartesi

Kalanlar

Gidenler gitti, tek tek gittiler... Bırakıp yüzüstü, öylece, arkalarına bakmadan gittiler... Bazıları yavaş yavaş gitti, elinden tutarmış gibi yaptı bir süre, kaldıracakmış gibi, bir adım atarken yardımcı olacakmış gibi yaptılar... Oysa içten içe biliyordum gideceklerini... Bazıları arkada durmayı tercih etti, "sen git, ben arkadan geliyorum" diyerek el salladılar... kimini bırakıp yürüdüm, kimini bırakmak istemedim, her adımda dönüp baktım arkama, adımlarım kısa kısaydı önce... Sonra ben de unuttum her adımda arkamdakini...

Demek, demek bırakılabiliyormuş... kendin de bırakmışsın işte... Senin de kalanların varmış, değil mi?

Bazıları en başından gelmemeyi seçti, rahatlıkla yürüdün o zaman, vicdanın rahattı...

Ya "sen git" diyenler, onların niyeti var mıydı gerçekten gelmeye? Yaraları mı çok ağır geldi? Yoksa uyuttular mı seni en baştan? Kim bilir ve de ne fark eder?

Fark etmez mi sanıyorsun? Terk etmek ve terk edilmek... Fark etmez mi? Yüzüstü bırakılmak? "Sen git" derken içinden "kal" diyorsa insan, fark etmez mi?

Bence etmez... Giden gider kuzum, nasıl gittiği hiç fark etmez... Biz kalanlara bakalım...

Özlemez mi insan? Yüreği cız etmez mi?

Etse ne fark eder? Dönecek mi bırakıp gidenler? Dönse ne olacak? Tutabilecek misin elini aynı tutkuyla? Güvenebilecek misin?

Fark etmez... Giden gider, dönen... Dönen? Kim bilir...

23 Eylül 2016 Cuma

Doğum günü

Bu sene tüm hatırlatıcıları kapattım sosyal medyada... Doğum günümü sadece bilen bilsin istedim... "Beni seven arasın" diye niyet ettim... Sadece bir şiir yazdım 44 yaşıma, onu da saldım gitti benden... Okuyan anladı, bilen gördü, öyle aktı...

Yıllardır daha da öze dönüyorum gün-be-gün, daha BEN olmaya çalışıyorum, hayatı bir yolculuk olarak görüyorum... Sıkı sıkı giyinip başlamışım sanki yürümeye, her dem bir kıyafet atıyorum üstümden... Artık hepten inceldi sanıyorum üstüm, bir bakıyorum, bir palto varmış altında, fark ediyorum, onu da atıyorum, sonra bir gömlek, bir elbise daha...

Her neyse, sabah bir mesaj ile karşılaştım, belki 15 yıldır görmediğim, yılda birden seyrek haberleştiğim bir arkadaşımdan... Beni rüyasında görmüş, nasıl olduğunu merak etmiş... Dedim ki, "beni seven arasın" demiştim, mesaj yerine ulaşmış...

Sonra, oğlumun geçen sene kullandığı servisin ablası aradı, halimi hatrımı sormak için... Yine bizim sokaklardan çocuklar alıyorlarmış sabahları, bizi hatırlamış... Olsa olsa ayda bir telefon ile konuştuğum, yüz yüze ondan da az görüştüğüm bir kadın... Kalpler arasındaki mesafe kadar yakın... Kan bağı kadar yakın...

Bilmem tanıyor musunuz bu hissi... Bazen hiç konuşmadan anlaştığımız, bir bakışla selamlaştığımız, kalp kardeşlerimiz var dışarıda... Ne zaman sessize alıyoruz etrafımızdaki gürültüyü, o zaman duyuyoruz seslerini, kalbimizin sesini yani...

"Aşırı gürültülü, inanılmaz yakın" demiş ya Jonathan Foer, ancak bu kadar özetlenebilir...

20 Eylül 2016 Salı

44


4 dörtlük bir hayat düşledim kendime
Pamuktan, kadifeden ve çiçeklerden
Bunun yerine dikenlerim oldu yollar boyu
ve gökkuşağım,
gördüğüm, ama hiç ulaşamadığım

4 dörtlük bir hayat düşledim kendime
Çikolatadan, tarçın kokulu, lavantalı
Bunun yerine çayım oldu, zifiri karanlık,
aşırı dem almaktan acılaşmış, yalnızlık kokan...

4 dörtlük bir hayat düşledim kendime,
Ormanlardan, denizlerden, insanlardan
Bunun yerine kahvem oldu ve kitaplarım
ve mavilerim oldu, kafamı kaldırdıkça

4 dörtlük bir hayat düşledim kendime
Bakmayı öğrendikçe, bıraktım düşlemeyi
Yaratmaya başladım
Kalemi tutan elin yüceliğini anladım...
Dostlarım oldu, çocuklarım...
Yerlerim oldu, göklerim...

Kederlerim oldu, ağladım,
Güldüm sonra, kahkahalar attım...
Bıraktım düşlemeyi,
Yaşadım...

8 Eylül 2016 Perşembe

Neşe

Neşelen hadi, gülümse... Hayat kısa kafayı takmak için dertlere... Bak, ne çalıyor radyoda... Seversin sen dokuz sekizlikleri, hadiiii, gel kıvıralım azıcık, eğleniriz... Neşelen hadi... O saçını atıver kulağının arkasına, yüzün açılsın, gözlerin görünsün... Hadi bakalım, başla gülmeye, dişlerin görünsün...

İşte böyle, ben biliyorum da mı oynuyorum, bak, ben beceremiyorum, sen de bana gülüyorsun, ne güzel... Sonra sen güzelce kıvırıyorsun, ben de sana gülüyorum... Böyle işte, yukarıya çekiyoruz birbirimizi, yükseliyoruz, keyfimizi arttırıyoruz birbirimizin...

Dertleşmek mi, boş ver şimdi dertlere, onlar bekleyedursun... Anlatırsın bir ara... Hem kim bilir, anlatmaya vakit olana kadar ortada dert kalmaz belki de... Böyledir çünkü, dert dediğin yarına aittir genellikle, gün doğduğunda yeniden, başka bir yarın vardır önünde, başka bir ufuk... Başka bir güneş açmıştır, farklı bir mavidir gökyüzü...

Boş ver dertlere sen, neşeye gel... Neşe kaçtı mı düzelmez çünkü dertler... Oysa güneşin altında bir başka görünür hayat... Hadi, yaşamana bak...

5 Eylül 2016 Pazartesi

Sel geliyor

Söyleyecek o kadar çok lafım var ki, boğazımda tıkalı... Susuyorum, dudağımın kenarında bıraktığım o göz yaşı kurudu gitti... Yüreğim buruldu, minicik bir ceviz kadar kaldı, minicik... Bakıyorum, bakmak istemeden; görüyorum görmek istemeden... Duyuyorum o sesleri, tüm o sesleri, duymak istemeden...

Bıraksam, gitsem, neresi var ki kendimden başka gidecek... Bugün orası bile yabancı bana... Herkes ayıplamak üzere bekliyor kendi ayıplarını benim üzerimden... Bir günah-yiyen gibi bekliyorum o nehirde seni de... Atın, atın bütün ayıplarınızı, günahlarınızı nehre, benim üzerimden rahatlatın vicdanınızı...

O sandıklar dolusu yükünüz benim yüküm artık, biliyorsunuz, rahatlatıyor bu sizi... Ben ise yedikçe yiyorum tüm o vicdan safrasını, yiyorum, ama sindiremiyorum... Birikiyor, kabarıyor nehir... Korkmuyorsunuz hiçbiriniz, nehir taşacak, sel geliyor, korkmuyorsunuz...

En ağır yük hangisi, düşünmüyorsunuz bile, bırakıveriyorsunuz nehre...

Sel geliyor...

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Yüreğinle gel

Yüreğinle gel bana, geleceksen eğer...
Bir işe gireceksen yüreğinle yap...

Yüreğin yoksa işin içinde, aklını da veremezsin,
Ben söylemiş olayım...
Aklın işin içine girmediğinde, zihninle yaparsın yaptığını...
Mantığınla sevemezsin bir insanı, bir olayı,
Yüreğin yoksa işin içinde,
Olsa olsa saçmalarsın...

Zihin karıştırır işleri,
doğrunu yanlışını şaşırırsın...
Aklınla bilemezsin görmediklerini,
Yüreğin yoksa işin içinde,
Hakikati sezemezsin...

Gözünün önündedir, göremezsin...
Burnunun ucundadır, duyamazsın...
Yüreğin yoksa işin içinde,
Bilsen de bilemezsin...

4 Ağustos 2016 Perşembe

Gülümsüyorum

Görsel: Todd - Dünyanın en çirkin çocuğu
Kutlukhan Perker
Bazen aklıma bir düşünce geliyor, hınzırca gülümsüyorum kendi kendime... Sanki bir planım varmış gibi... Tüm o kötülüklerin intikamını bir hamlede alacakmışım gibi, hınzırca gülümsüyorum... Adım adım değil, yavaş yavaş olgunlaşmış bir meyve gibi değil... Bir hamlede, tek bir hareket ile, bir anda tüm o yılların, ağır ağır kazanda kaynayan tüm o eziyetlerin intikamını alabilecekmişim gibi...

Gülümsediğimi gördüğünde yüzünde beliren tereddütü görüyorum, bir anlık şüphe gölgesi geçiyor gözlerinin ardından, "acaba" diyorsun, hissediyorum. Sonra sen de gülümsüyorsun bana... Sanki sonsuz sevecenlik kaynağıymışsın gibi, sanki biricik aşkına gülümsüyormuşsun gibi... Bir tek çizgi bile kalmıyor yüz hatlarında kafandan geçen soru işaretini gösterecek... Ama ben hissediyorum... Çünkü kurban bilir celladını... Bir tek kurban tanır celladını...

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Kahve

Kahve, sanki eşlikçidir, yol arkadaşıdır, suç ortağıdır, fark ettiniz mi hiç? Kahve hep ikilidir... Kitap ve kahve; kahve ve sigara, kahve ve sohbet, kahve ve çikolata... Asla tek başına değildir kahve... Kimi zaman dostluklara yoldaştır, kimi zaman geceye arkadaş... Bazen bitmesin istenenlerin sonuna eklenir... İyi bir yemeğin arkasından bir fincan kahve, geceyi erken noktalamamak için bir tane daha...

"Gel beraber bir kahve içelim" deriz dertleşmek istediğimizde... İşe ara vermek için kahveye sarılırız... Miss gibi kokusunu içimize çeker, yalnızlığımıza destek ararız... Mutlu günlerimizde bir fincan kahve ile başlarız tatlı sohbetlerimize...

Kahve asla tek başına değildir, bir eşlikçi arar yanına, bir suç ortağı, asla yalnız içilmez... Ya yanınızda biri vardır, ya aklınızda...

2 Ağustos 2016 Salı

Öteki

İnsanın doğasında varmış, ben ve öteki diye ayırmak... Öyle diyor okuduğum kitap... Bu ihtiyaçla doğmuş hep ayırmalar... "Ayrım yapmayacaksın" lafının içinde bile ayrım geçiyor ya, öyle işte... Ben ve öteki...

Fuzuli'nin dediği gibi; "Karıncayı bile incitmem deme, bileden incinir karınca"... Takım tutmam, kendimi de öyle pek bir gruba ait hissetmem genellikle, yine de çoğunlukta olunca, fark etmiyor insan ötekileştirmenin ne kadar tehlikeli olduğunu... Hep bir ait olma ihtiyacı... Hani hiçbir yere ait değilim deseniz, yine de ait olmayanlara ait muamelesi görürsünüz... Küme dışı, dışa düşen, ayrık...

Oğuz Atay bile Tutunamayan'ı yazmamış, onları ötekileyip Tutunamayanlar demiş adına... Tutunamayanlar bile bir grup yani...

Dedim ya, insanın doğasında varmış gruplara ayırmak, dualitenin bir gereği belki de... Oysa ne güzel demiş Yunus, "Bir ben vardır bende, benden içeri..." 

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Estetik

Görsel: pixabay.com
Estetik kaygısı diye bir terim var... Bildiğin kontrol düşkünlüğü... Her şeyin güzeli olacak, her şey düzgün olacak, saksıdaki çiçekler bile rengarenk, kafasına göre olmayacak, hepsi aynı renk, tek sıra olacak... Doğa bu, onun estetiği kendinde, uyar mı senin estetik adı verdiğin nizamına... İlla ki, o güzelim kırmızı begonyanın yanından bir semiz otu sürüverir, bir karga gelir, öbür saksının içine bir ceviz dikiverir... Berikinden papatya fışkırır baharda... Doğanın estetiği kendindedir, sen anlayamazsın, geleni şükranla karşılayıp bağrına basarsın ancak...

Bunu kavrayamamaktandır işte insanın doğa ile savaşı... İlla ki benim istediğim gibi olacak derdinde olmasa insan, görecek o muazzam dengeyi, eksik yapraklı papatyanın kendi içindeki estetiğini... Renklerin tek tip dışındaki ahengini... Doğayı takdir etmeyi, verdiğini kabul etmeyi öğrenmeden verdiğin her savaş boşuna...

En büyük yanılgı şu gerçeği unutmaktır: Doğa her zaman galip gelir...

29 Temmuz 2016 Cuma

Sür

Demişler ya "geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Niğde'ye"... İşte öyle bir dönemden geçiyorum ama, sanki hızlı bir trenle geçiyorum, eşek üstünde değil... Bir şeyler, olaylar, insanlar, fırsatlar geçip gidiyor yanımdan, öylece bakıyorum pencereden... "aaaa" bile diyemeden, ne olduğunu idrak edene kadar konu değişiyor, manzara değişiyor, ışık değişiyor... Bakıyorum, bakakalıyorum, düşünemiyorum bile... Sorsam, daha ağzımı açamadan başka bir konu geliyor gündeme...

Sür eşeğini en iyisi batıya doğru... Git gidebildiğin kadar. Bir yüzücü gibi kendi kulvarında, sağına soluna bakmadan git kendi yolunda... Nasıl olsa ne gündemi yakalayabileceksin, ne manzaranın tadını çıkaracak bir dinginlik var... Tozdan dumandan ferman okunmuyor, durum budur efendim...

Sür sen eşeğini gittiği yere kadar...

28 Temmuz 2016 Perşembe

Deniz Kokusu

Görsel: tumblr
"Ağzını denize vermek" der annem... Şöyle denize karşı oturup bir nefes almak yani... O kadar gerekli bir şey ki... Bütün bu karmaşanın içinde, kafan dolu, işin yoğunken, hani kafanı kaşımaya vaktin yokken, inadına durup denize karşı oturup deniz kokusunu ciğerlerine çekmelisin... Çok değil, 7 dakika, bir sigara içimi yani, o kadar yeter tazelenmek için... Bir nefesliğine durmak gerekir çünkü koşarken...

Durmazsan, o molayı vermezsen ne olur? Ne olur biliyor musun? Durabileceğin zaman durmayı bilmezsin... Tatile çıkarsın, o koca bir hafta senindir, ama nasıl dinleneceğini bilemezsin... Elini nereye koyacağını, ayağını nasıl uzatacağını bilemezsin... Böyledir çünkü, dinlenmeye bile çalışmak gerekir... Antrenmanlı olmak gerekir... Yoksa bir bakarsın koca tatil heba olmuş sen daha içindeki motoru rölantiye alamadan bitmiş...

İyisi mi? O molaya en çok ihtiyacın olan anda durmayı öğret kendine... Bir nefes al, deniz kokusunu çek içine... Deniz'i bulamadın mı? Olsun, Bir çiçek kokla o zaman... Bir kuşun ötüşünü dinle... Olmadı mı, bulamadın mı? Sabahattin Ali'nin dediği gibi yap sen de o zaman, yukarıya çevir gözü... Deniz gibidir gökyüzü...


26 Temmuz 2016 Salı

Suskun

Bir laf var "suskunluğum asaletimden" diye, bilir misiniz? Benimki ondan değil... Suskunluğum bildiğin diyecek laf bulamamaktan... Hani o gerilimli sessizlikler olur ya... Benimkiler hep ondan... Diyecek laf gelmiyor aklıma yaa... İki ana nedeni var... Birincisi söyleyeceklerimi değerli bulmuyorum, gündelik konuşmalar, nasılsın - iyiyimler basit geliyor, anlamsız geliyor hatta... Hani insanlar vardır, ayak üstü şecerenizi alırlar... Kimsin? Nerelisin? Kimlerdensin? Ortak bir alan, ortak bir arkadaş bulmaya, bir tanışıklık çıkartmaya çalışırlar. Bu hep anlamsız gelmiştir bana... Eeee, ne olacak ki? Ortak bir tanıdığımız olsa ne olur? Kim bilir ne zamandan kalma 3-5 kelam etmiş olduğum biri senin eski komşun olursa ne kazandırır bu bize? Hiç anlamam... Kardeşimin en yakın dostu olsan bile, biz ortak bir payda bulmuş olur muyuz acaba? Bir lafa başlamak istesem, dilimin ucuna gelse, geri yollarım bu nedenle... Karşımdakinin bu tarz girişimlerini de kısa cevaplarla sonuçsuz bırakırım çoğu zaman...

Bir de ikinci neden var, anlaşılmamaktan da öte beni korkutan, yanlış anlaşılmak... İşte çoğu zaman suskunluğum bundandır... İyisi mi çiçeklerimi içime doğru açarım, kendime saklarım manolyamın kokusunu, susarım...

----

Dip: Bu yazıyı bitirirken aklıma gelen manolya, Lorca'nın Sezilmemiş Aşka Gazel şiirindeki manolyadır... Ülkü Tamer çevirisi ile buraya alıyorum aynen:

SEZİLMEMİŞ AŞKA GAZEL
Karnındaki karanlık manolyanın
Kimseler anlamadı kokusunu.
Acıttığını kimseler bilemedi
Dişlerinle sıktığın o aşk kurşunu.

Binlerce Acem tayı uykuya yattı
Alnının ay vurmuş alanında,
O senin kar düşmanı göğsünü
Kucaklarken dört gece kollarımla.

Bakışın, tohumların solgun dalıydı
Alçılar,yaseminler arasından,
Aradım vermek için yüreğimde
O fildişi mektupları her zaman diyen,

Her zaman: acımın bahçesi benim
Gövden her zaman, her zaman şaşırtıcı
Damarlarının kanıyla dolu ağzım,
Ağzın ölümüm için söndürdü ışığını.

Federico Garcia LORCA

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Sersem

Sersem gibi oldu kafam sabahtan beri... Bir sürü hesap kitap, entrika, hiçbirini unutmamam lazım.. Oysa ben gelemem öyle yalana dolana, aklım karışır... Görüp görebileceğiniz en düz insanlardan biriyimdir. Mümkün mertebe kaçarım o tarz ortamlardan...

Kaçarım da... Bu defa kaçamadım işte... Alet oldum bu defa bir yalana, büyük bir yalana... Ne mi? Yok canım söyleyemem size... Söyleyemem de ağzımdan kaçırırım diye korkarım... Tutarsız konuşmalarım olabilir... Entrikalara ermez çünkü aklım da, o nedenle sersemledim işte...

N'olur, soru sormayın bana daha fazla, aklımda tutamıyorum yalanları, mecbur etmeyin...

Kardeşim mi? Yoooo, o yoktu ki? O teyzemlerde kalmıştı dün gece... Arkadaşına mı gidecekti yoksa? Zeynep'lerdeydi sanırım... Bir şey tembih etmişti bana giderken sıkı sıkı... Neydi? Hah, hatırladım, "kimseye söyleme" dediydi... Neyi söylemeyecektim? Söylemem, işte söylememem lazım... Zeynep'e gitti, ben öyle biliyorum, yok yok, teyzemin yanında kaldı...

Enver mi? Enver'in ne alakası var... Karıştırmayın Enver'i... "Kimseye söyleme" dedi giderken, söyleyemem size... Gitti... Dün gece, dün gece gitti...

Hayır, 10 gün olmadı gideli, Zeynep'e gitti, gelecek... Eminim, dün gece gitti, bu sabah gelecek... 10 gün olmadı gideli, Enver ile gitmedi... "Kimseye söyleme" dedi...

Zeytin Ağacı

Bana içini açtı bugün
Arkadaşım zeytin ağacı
Tanışıklığımız yeni
Anlayışımız çok eskilerden
Sevdik birbirimizi bir anda
Kucaklaştık
Görür görmez anlaştık
Gölgesini sundu bana
Ve huzurunu paylaştı
Ben ona ne kattım bilmiyorum
İnsanoğlu bu, anlayışı pek kıt
Yine de sevindi biliyorum
Belki de vermekti onu mutlu eden sadece
Aldım ben de
Teşekkür ederim.

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Sarhoş

Sarhoş kafa diye bir şey var... Hani böyle otokontrolün ortadan kalktığı, kendini bıraktığın, ayıptı, günahtı, çekindiğin şeyleri, kendini geri tuttuklarını rafa kaldırdığın... İşte o anda ortaya çıkıyor aslında içindeki sen... Bastırdığın öfkeler, tabular, eğilimler, sevgi göstermekten çekindiklerin, nazını geçiremediklerin... Bir bir çıkıyor içinden...

Kimi var, kasıp kavuruyor ortalığı, bağırıyor, kızıyor...

Kimi var, pamuk gibi oluyor, normalde yanına yanaştırmayan adam başlıyor ağlamaya...

Kimi kahkahayı basıyor en gevreğinden... Yüzünün güldüğünü görmemişsin halbuki daha önce...

Kimi en mahrem sırlarını açık ediyor, ağzı hepten gevşiyor, anlatıyor da anlatıyor...

Aslında kimsen osun... Saklasan da, bilmesen de, sarhoş kafa veya ayık kafa fark etmiyor... İçinde ne barındırıyorsan osun... Neden korkuyorsan, neye kızıyorsan, neyi seviyorsan osun aslında...

İlla içmek gerekmediği gibi kendinden geçmek için... Kendini tutmak, salıvermemek, saklamak için ayık kalmak da yetmiyor bazen...

Korkma yaaa, boşver, gevşemek için ihtiyacın yok iki dubleye... Sal gitsin... Korkma, zaten neysen osun...

15 Temmuz 2016 Cuma

Elbise

Görsel: Pinterest
Anneannemin renk renk elbiseleri vardı, desen desen, uzunu, minisi, midisi... Güzel kumaş buldu mu hemen alır, sandığa atıverir, iyi terzi buldu mu anında diktirirdi...

Öyle basma, pazen falan da değil haaa... Taftası, organzesi, krepi, harika kumaşlar... Dedemle kavga edip üç kuruş fazla aldığı "yemeklik" paralardan arttırır, onları da mutlaka kendi için harcardı... En güzelinden elbiseler, ona yakışan ayakkabılar, saçlar maşalı, dudak rujlu...

Elbise denince anneannem gelir aklıma... Hiç öyle saatlerce dolap önünde beklemezdi ama, ne giyeceğini, nasıl yakıştıracağını bilirdi her zaman... 5 dakikada giyinip çıkardı odadan makyajından ayakkabısına kadar...

Onun bakımının onda biri geçmemiş bana, elbise sevgisinden gayrı... Çok severim elbiseleri, çok... Tiril tiril, renk renk, çeşit çeşit elbisem olsa, fazla demem sanırım...

14 Temmuz 2016 Perşembe

Sabahlar

Görsel: http://www.sekizkare.net/
Sabahlara kadar oturmak isterdim... Herkes uyurken ve benim de uykudan göz kapaklarım düşerken, kendimi zorlamak ve bir sayfa daha okumak, bir satır daha yazmak, bir kadeh daha içmek isterdim. Ertesi sabah kalkmam gerektiğini düşünmeden, işe zinde gitmenin mecburiyetim olduğunu hissetmeden, vücuduma eziyet ettiğime inanmadan, pervasızca, düşüncesizce, sorumsuzca zorlamak isterdim bedenimi...
Umarsızca sabahlara kadar oturmak, gün doğumuna şahit olmak, gözlerimin altı mor, bir kahve daha içip işe koşturacağım halde, bunu hiç umursamadan, yarını düşünmeden, sadece sadece kendi keyfim için hatta kendi keyfimi bile umursamadan sadece sabahlamak için...

30 Haziran 2016 Perşembe

YAZ

Yaz, dedi bana... Durmadan, düşünmeden yaz... İçinden geçeni, dışından geçeni, aklına gelmeyeni yaz... Yüreğini dök ortaya... Fal bakar gibi, meydan okur gibi, ah alır gibi yaz... Sadece yaz, neşeni, kederini, derdini, keyfini yaz...

Aldım kalemi elime, büyük bir hevesle... Durdum... Daha güzel bir kalem aldım... Durdum... Harika bir kağıt bulup geldim... Durdum... Masamı camın önüne taşıdım... Durdum... Koltuğumu değiştirdim... Durdum... Masanın başına oturdum, kalemi elime aldım... Durdum... Kendime bir çay demledim, çayımı en güzel ince belli bardağıma koydum... Durdum... Kalemi tekrar elime aldım... Durdum... Kalem, kağıt, çay, masa, çiçeklerim, inceledim hepsini... Gittim fotoğrafını çektim... Durdum... Masaya oturdum, kalemi elime aldım... Ne yazsam diye düşünmeye başladım... Durdum... Tuvalete gittim, elimi yüzümü yıkadım... Güzelce kuruladım. Aynada kendime baktım. Masanın şeklini değiştirdim... Kalemi elime aldım... Durdum... Çiçeklerin kokusu fazla geldi... Onları başka bir yere kaldırdım... Tekrar kalemi elime aldım...

Sahi beni durduran ne?

29 Haziran 2016 Çarşamba

Farklı

Fotoğraf: Ara GÜLER
Farklı mı hissediyorsun kendini? Bir yabancı gibi misin? Onlar, bunlar, ötekiler diye ayırabiliyor musun çevrendekileri? "Daha" mısın onlara göre? Daha akıllı, daha başarılı, daha fakir, daha dindar, daha bir şey... İnan ki, sen de onlardan daha kalıcı değilsin...

Demiş ya Bâki, "baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..." daha bir hoş sada üretmedin bile...

Farklı olmak dediğin ne ki? Farklı bir kan mı akıyor damarlarından mesela? Mavi mi seninki? Pembe mi mesela? Güldüğün zaman, farklı bir dilde mi gülüyorsun? Ağladığın zaman göz yaşların daha mı farklı?

Sevdiğin zaman daha çok sevebiliyor musun mesela? Daha sıkı sarmana rağmen hapsetmeden kısıtlamadan kucaklayabiliyor musun sevdiğini? Serbest bırakabiliyor musun tüm endişelerine rağmen?

Bilir misin, şu "daha"larını bir yana bırakabilsen, şu farklı olma telaşından bir vazgeçebilsen, herkesle nasıl da BİR olduğunu kavrayabilsen, işte o zaman farklı olacaksın... Fark edersen...

25 Haziran 2016 Cumartesi

Sulu

Öyle sulu şakalar yapardı ki, hiç hoşuma gitmezdi... Bütün ciddiyetimle kızardım ona... Sinirlenir, bağırırdım bazen... Yine de neşesini kaçıramazdım... Beni kendi sulu alanına çekmeye çalışmaktan asla vazgeçmedi... Ve inanır mısınız, bir defa bile ne kadar sıkıcı olduğumu hissettirmedi bana, o ciddi olmaya çalışan, sevimsiz halime bakıp bir üf demedi...

Bana göre kendi hayal dünyasında yaşıyordu, gerçek dünyayı asla ciddiye almıyordu. Şaka gibi yaşıyordu hayatı. Ne kadar gamsız, ne kadar vurdum duymazdı... Benim ise hayattan beklentilerim vardı. Çok başarılı, çok zengin, çok sorumluluk sahibi ve daha çok çok bişeyler olacaktım... Böyle bir dünya ciddiyet ister sanıyordum. "Sıkıcı biri nasıl yaratıcı olabilir" diye hiç sormadım kendime. Ben olması gerekendim... O ise kötü örnek...

Yıllar geçti... Sulu şakalar yapan bir insanın iç dünyası nasıldır, hiç merak etmedim... Gerçekten çocuk muydu içi? Hayattan zevk almasını bilen biri miydi yoksa sadece korkularını mı bastırıyordu acaba? Bir süre sonra kestim arkadaşlığımı, çünkü bence o bir baltaya sap olamayacaktı. Benim ise yolum açıktı, çalışkandım, sebatkardım, hevesle saldırıyordum görevlerime, sorumluluk sahibiydim...

Yıllar geçti... Yoruldum, sıkıldım, eğlenmeye zaman ayırmak gerekliymiş, bunu fark ettim... Ne yazık ki, aynı anda eğlenmeyi bilmediğimi de fark ettim... Anladım ki, aslında çok sıkıcı biriyim. Kendimi bile eğlendiremeyen, inatçı, somurtuk, yanındakilerin de neşesini kaçıran biri...

O mu? Tahmin edemediniz mi? 

24 Haziran 2016 Cuma

Çok ayıp

Çok ayıp sana, tam da başkalarını ayıpladığın kadar ayıp... İçin kalıp kalıp kötülük dolu, kalbim temiz ayaklarına yatma bundan sonra bana... Çok ayıp...

O geçenleri ayıpladın ya, o kızı sevmedin, o kadına "oh olsun" dedin ya... İşte bu bir an değil mi iyi ile kötüyü birbirinden ayıran? "Yok ben asla öyle bir şey yapmam" diyene de kahkaha ile gülerim... Hepimiz aynıyız... Kötüyüz... İyiyiz de aynı zamanda, ama kabul edelim kötüyüz...

Bir saniye de olsa, içinde birikmiş onca nefret bir anda kendini gösterdiğinde bil ki, kötüsün sen de herkes kadar...

Hiç mi demedin içinden "hak etmişti" diye... Uydurma... Demişsindir, demediysen, diyeceksindir... Küçük lokma ye, büyük laf etme... Dünyanın kanunu bu... Hepimiz kötüyüz işte, hem iyi, hem de kötü...

"Ne fark eder?" demiyorum bak... Sadece bil istiyorum... Farkına var istiyorum... Kendini pür-i pak sanıp da başkasını ayıplama istiyorum... İçinin kötü olduğunu bil, sen yine de dışında iyi olmaya gayret et istiyorum... Daha çok gayret edebilirsin... Dışarıdan sırf iyi görünebilirsin... Sana kanatsız melek diyebilir çevrendekiler... Sen yine de bil ki, herkes kadar kötüsün sen de...

O kıza baktın, annesini yargıladın ya... İşte o an bil ki, sen de kötüsün... 

İçimdeki Atuan

Görsel: Deviantart - Ethem Onur Bilgiç
İçimde kocaman bir karanlık var bugünlerde... Neye başlasam yarım kalıyor, neyi çözsem yeni sorunlar yaratıyor... Dert bir tane değil ki, düğümleri çöz çöz bitmiyor... Sıkılıyorum, bunalıyorum, kaçmak istiyorum... Yok olmak istiyorum bir yandan da... Gitsem diyorum, biliyorum ki "bu kent peşini bırakmaz senin" misali, tüm çözümsüzler peşimden gelecek... Bir labirent içinde, dolanıp duruyorum o karanlıklarda... Kaybolmayayım diye belime bağladığım ip dolandı iyice her yanıma, mumyaya döndüm... Labirentin mumyası, kördüğümlerle bezeli mezarlarında kaybolmuş, artık var olmayan hazinelerini koruyor.

Bir de isimsizler var... Adlandıramadıklarım... Kocaman bir yumruk gibi bekliyor boğazımda... Adını bir koyabilsem, fırlayıp çıkacak belki dilimden, ağır bir yükten kurtaracak bizi... Bilemiyorum... Bütün o sıkıntıların, boğulmaların, patlayamamaların bir ismi var mı acaba? Varsa, bulsam, nasıl bir patlama yaratır, kestiremiyorum...

Bir de yutulmuşlar var tabii... Boğaz dokuz boğum dediklerinden... Sustuklarım, beklediklerim, anlamsız dediklerim... Dilimin ucundan döndürdüklerim... Kocaman bir batık gemi gibi onlar da savrulup duruyor içimin denizlerinde... Yutulmuşlar bir defa... Tam yerinde taşı gediğine koyamadıklarım, son anda vazgeçtiklerim... Sevip de kıyamadıklarım... Gözümün bebeğinde sakladıklarım...

İşte bunlar benim kocaman karanlıklarım... İçimdeki Atuan'ım... Bir de ben, karanlıkların rahibesi, isimsizleri tarafından yutulmuş OL-AN-IM...

20 Haziran 2016 Pazartesi

Dolap

Görsel: http://www.roportajgazetesi.com
Bir dolap dönüyor burada, hissediyorum... Bir terslik var... Kime sorsam farkında değil... Ama ben seziyorum... Alışmışlar onlar yıllardır... "Sen yenisin daha, alışırsın" diyorlar... Alışmak istemiyorum, fark etmek istiyorum... Alışkanlıklar bizi bizden alıyor, farkındalığımızı eritiyor rutinlerin içinde...

Bir tuhaflık var burada, çocukların gözleri bir farklı bakıyor... Capcanlı parlamıyor, olamaz... Bir sorun var... Çocuk bu, nereye koysan da çocuk kalır ortam müsaitse... Gözlerde o pırıltı yoksa, çocuklar erken büyümeye zorlanıyor demektir... Yok sayamam bu durgunluğu, bu çaresizlik kımıltılarını arkadan arkadan gördüğüm... Çocuk yoklukta durulmaz, yaratmaya devam eder... Yeter ki ortamını bulsun...

Şu dolap nedir, çözeceğim yakında, takipteyim... Yeter ki, benden şüphelenmesinler... Çok kısır bir yer burası, dolap düzen kurulmuş, sevmiyorlar yabancıları, yenileri hiç sevmiyorlar... Onlardan gibi görünmek lazım, evlerine girmek, ama bu arada potada erimemek lazım...

Çocuklar, çocuklar gülmeli, parlamalı gözleri ağlarken bile...

14 Haziran 2016 Salı

Anne sütü

Sana söyleyemediğim çok şey var, kırmamak üzmemek için... Oysa bu sakladıklarım asıl senin beni çok üzdüklerin... Bebeğim 3 aylıktı telefonlarıma çıkmadığında, hiçbir kabahatim olmadığı halde özrümü kabul etmediğinde... Sütüm kesildi, bebeğim nasipsiz kaldı... Bunu sana hiç söylemedim... Üzülme diye... Oysa ben ne çok üzüldüm... Yıllarca üstümden atamadım o üzüntümü... Bebeğimi görmedi gözüm günlerce... Öylece oturup kaldım sofaya... "Yeter kızım kendini attığın oradan oraya" dedi sonunda annem... "Bebeğin aç, kalk bir yüzüne bak, nasıl da annesiz bakıyor, anla" dedi...

Kaprislerini görmezden geldim hep, alttan aldım sen üzülme diye... Oysa ne kadar kırdın beni...

İşte bunu diyorum hep, hep sevdim ben seni, sanki ben senin değil, sen benim çocuğummuşsun gibi korudum. Kendi çocuğumu kenara attım da seni korudum... Sonra bir sabah kalktım, içimdeki kırıkları aradım, yok... Üzüntümü aradım, bulamadım... Seni aradım kalbimde... YOK... Bir sabah kalktım ki, artık sevmiyorum seni... Bu kadar basit işte...

Sevmekten, korumaktan, kollamaktan, vermekten yoruldu kalbim... Bir anda bitti diyebilir miyim? Yoksa yıllar mı sürdü?

Artık tüm söylenmemişleri söyleyebilirim, ama gerek yok...

10 Haziran 2016 Cuma

Küstüm

Küsmek kadar insanın içini kurutan bir şey daha yok... Öyle bir şey ki, konuşmak istediklerin hep içinde birikiyor, birikiyor ve şişiriyor seni... Sonra unutmayacaksın küstüğünü, unutmayacaksın ki, kazara dalıp da konuşmayasın... Sürekli aklında tutacaksın. O sana ne yapmıştı, nasıl haksızlığa uğramıştın... Sürekli hatırlatacaksın kendine... Kötü bir şeyler olmuştu, ben çok kızmıştım, bana haksızlık edilmişti. Bunları hep aklında tutman, taze tutman lazım... Yoksa küstüğünü unutabilirsin...
Daha kurumadı mı kalbin... Kinleri, kötü anıları hatırlamaktan yıpranmadın mı yeterince...
Bazen de güzel anları hatırlamak gerekmiyor mu? Tersine küsmek mümkün değil mi mesela... Sonsuz affetmek... Unutmaya izin vermek, kinlere tutunmamak mümkün değil mi acaba?
Hadi küstün diyelim, çocukluk kadar kısa süremez mi küslüğün?

9 Haziran 2016 Perşembe

Yedek

Yer ile yeksan olsan bir yedek kadar kötü olamaz her halde hayatın... Ömrün boyunca sana verilecek o fırsatı beklersin... O an geldiğinde hazır olman, formunda olman, sahne korkusunu taşımıyor olman, kendini en iyi şekilde göstermen, tutulmaman, hasta olmaman, tereddüt etmemen, gözünü kırpmaman gerekir...

Bir yedek aylarca aylarca bekler de formunun en tepesinde, o gün hayatının en kötü günüdür belki... Kimse dinlemez ama... O an, anı kurtaracak kişi odur çünkü...

Beklemek en büyük azap olmasa araf olmazdı mesela, ama yedek hep bekler... Beklerken umudunu asla kaybetmemesi gerekir, bir an bile tereddüt etmemesi, kendini bırakmaması, işini ciddiye alması gerekir... Kısacık bir andır onun performans anı, o ana kadar geçen hazır olma süresi, o var ya, o hayatının temelidir, temeli olmalıdır... Sabır, bir örümceğin ağını örmesi gibi sabır, ağı kıpırdatmadan, tetikte beklemesi gibi sabır... Uykuya dalmaya, boş bulunmaya izin olmayan sabır...

Yedek olmak, asıl olmaktan kat be kat güçtür.

3 Haziran 2016 Cuma

Kurallar

Kuralları çok severim bilir misin? Kurallar bana kendimi iyi hissettirir. Ayrımcılık olmayacağını, nabza göre şerbet verilmeyeceğini, kimsenin kimseyi kayırmayacağını gösterir bana kurallar... Kurallar varsa, uygulanıyorsa kimsenin kimseyi kırmasına da gerek yoktur, her şey açık ve nettir...

Bilmek bana kendimi iyi hissettirir, neyi yapamayacağımı, ne yaparsam başkasının alanına girmiş olacağımı bilmek...

İlkeleri olmalı insanın ayrıca, insan kendine sınır koymamalı, ama değerlerini bilmeli ve onlara sahip çıkmalı... Kimseyi kırmamak, mahçup etmemek, üzmemek için değerlerini yerle bir etmemeli... Doğrusunu, eğrisini bilmeli...

Kuralları ve değerleri belli zamanlarda gözden geçirmeli... Artık ile yaramayanları tasviye etmeli... Düzeltmeli, değiştirmeli, kaldırmalı... Şartlar değiştiyse yeni kurallar, yeni ilkeler bulmalı...

Diyeceklerim bu kadar...

Miras

"Miras değil alınteri" yazıyordu minibüsünün arkasında... Çok önemliydi onun için... Bu minibüsü almak için yıllarca ter dökmüştü... En büyük hayaliydi kendi minibüsünün olması... Magiruz, havalısından... Yıllarca yemedi, içmedi, uyumadı, çalıştı biriktirdi...

Kimseler elinden tutmadı, hep yalnız çalıştı... Ondan para isteyenler oldu sadece... Hep isteyenler... "Sende vardır, versene bir 5'lik..." diyenler çok oldu... Sigara içmeye yeltendi bir dönem, baktı bir kendisine, 5 otlakçılara, onu da bıraktı...

Uyumadı, gece taksiye çıktı, hafta sonu amelelik etti... Evlensem, hanım entari ister, bebek ister, bebek mama ister dedi, evlenmedi... Kendine gösterilen kızların yüzüne bile bakmadı gönlü kayar diye...

Çalıştı, çalıştı, çalıştı...

Biriktirdi, biriktirdi, biriktirdi...

Sonunda parası göl oldu, gitti aldı Magiruzunu... Kavuştu aşkına... Nazlı kuzum dedi adına... Süsledi onu, titizlendi, geceleri nereye park edeceğini bilemedi, emanet edemedi hiçbir yere, bırakıp gidemedi... İçinde yattı, Nazlı kuzu, hem ekmek teknesi oldu, hem evi...

Kocaman yapıştırdı arka cama... "Miras değil, alınteri"

Sonra baktı ki, miras bırakacak kimsesi yoktu nazlı kuzusunu zaten...

31 Mayıs 2016 Salı

Sakar

Elim ayağım fazla gelir bana, bilir misiniz bu hissi? Sanki bütün vücudumdan ayrı hareket eder, sağa sola gereğinden fazla uzanırlar... Bir bakarsınız kapıya takılıvermiş ayağım, bir bakarsınız, kolumu çarpıvermişim pencerenin pervazına... Elim ayağım çizik, kolum bacağım mordu bu nedenle hep...

"Düz yolda yürüyemiyor bu kız" derdi rahmetli babaannem, biraz da anneme laf çarptırarak... Koşmama gerek yoktu ki takılıp düşmek için... 2 adım atmam yeterdi... Hele merdivenden düşüşlerim, efsane oldu aile içinde. Hep çok evhamlı olan anneannem bile komşu ile konuşurken bir patırtı olsa soranlara "bizim torun merdivenden düşmüştür yine" deyiverirdi bazen... Dizlerin yara bere içinde, ağlamaktan gözlerim hep biraz ıslak...

Mutfağa sokmazlardı beni... "Gelin olur da yemek yapar, bilsin" demedi bir defa bile annem... "Aman kızım, dikkat et" koymuşlardı sanırım adımı... Başka türlü seslendiklerini bilmiyorum bana...

Öyle işte, büyüdüm sonra... Hala biraz sakar...


30 Mayıs 2016 Pazartesi

Peri

Minicik bir peri kızı gördüm biraz önce... Şurada, şu yaprakların altında... Şarkı söylüyordu kendi kendine, saçları ile oynuyordu bir yandan, mırıl mırıl, hafif bir sesi vardı... Sanki tatlı bir meltem esintisi gibi... Etekleri uçuşuyordu kıpır kıpır, sanki sudan yapılmış gibi...

Minicik bir peri kızı gördüm biraz önce... Siz göremezsiniz ama, inanmanız lazım önce... İnanmazsanız göremezsiniz. İnanıyorsanız zaten görmenize gerek de yok... Yüreğinizde hissedebilirsiniz kanat çırpışlarını...

Şşşş... Dikkatle dinleyin... O zaman şarkısını da duyabilirsiniz derinden... Yaprakların hışırtısı gibi, arıların vızıltısı gibi tatlı bir şarkı... Coşku verecek içinize duyduğunuzda... Duyunca anlayacaksınız onun sesi olduğunu... Kalkıp dans etmek gelecek içinizden çünkü...

Gözlerinizi kapatın, evet, kapatın gözlerinizi... Görüyor musunuz kanatlarının rengini yüreğinizle...

İşte o periyi iyi koruyun hayalinizde...

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Kuru

Görsel: CNNTurk
Pilav üstü az kuru alayım ben... Aslında az olmasın isterdim, bol olsun, sulu sulu olsun, şöyle bol salçalı... Pilav üstü de olmasın aslında... Sımsıcak beyaz ekmek olsun yanında, banıp banıp suyuna yemek istiyorum... Yoğurt da ver abi, turşu var mı, acı olsun, lahana...

İnsan böyle böyle özlüyor işte memleketini... Sıla özlemi dedikleri tavşan kanı bir çay, yanında çıtır çıtır simit... Memleket hasreti vapura binip bir cigara yakmak... Karanfil kokması sokağın apansız, dalıp gitmek sonra gökyüzüne bakarak, bir bulutun sırtında dönmek köyüne...

Kelimeler değil hasret, kokular, tatlar, sesler... Bu nedenle bulamıyorsun hiçbir yerde çocukluğunu... Eve dönsen de kendine dönemiyorsun...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...