30 Haziran 2016 Perşembe

YAZ

Yaz, dedi bana... Durmadan, düşünmeden yaz... İçinden geçeni, dışından geçeni, aklına gelmeyeni yaz... Yüreğini dök ortaya... Fal bakar gibi, meydan okur gibi, ah alır gibi yaz... Sadece yaz, neşeni, kederini, derdini, keyfini yaz...

Aldım kalemi elime, büyük bir hevesle... Durdum... Daha güzel bir kalem aldım... Durdum... Harika bir kağıt bulup geldim... Durdum... Masamı camın önüne taşıdım... Durdum... Koltuğumu değiştirdim... Durdum... Masanın başına oturdum, kalemi elime aldım... Durdum... Kendime bir çay demledim, çayımı en güzel ince belli bardağıma koydum... Durdum... Kalemi tekrar elime aldım... Durdum... Kalem, kağıt, çay, masa, çiçeklerim, inceledim hepsini... Gittim fotoğrafını çektim... Durdum... Masaya oturdum, kalemi elime aldım... Ne yazsam diye düşünmeye başladım... Durdum... Tuvalete gittim, elimi yüzümü yıkadım... Güzelce kuruladım. Aynada kendime baktım. Masanın şeklini değiştirdim... Kalemi elime aldım... Durdum... Çiçeklerin kokusu fazla geldi... Onları başka bir yere kaldırdım... Tekrar kalemi elime aldım...

Sahi beni durduran ne?

29 Haziran 2016 Çarşamba

Farklı

Fotoğraf: Ara GÜLER
Farklı mı hissediyorsun kendini? Bir yabancı gibi misin? Onlar, bunlar, ötekiler diye ayırabiliyor musun çevrendekileri? "Daha" mısın onlara göre? Daha akıllı, daha başarılı, daha fakir, daha dindar, daha bir şey... İnan ki, sen de onlardan daha kalıcı değilsin...

Demiş ya Bâki, "baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..." daha bir hoş sada üretmedin bile...

Farklı olmak dediğin ne ki? Farklı bir kan mı akıyor damarlarından mesela? Mavi mi seninki? Pembe mi mesela? Güldüğün zaman, farklı bir dilde mi gülüyorsun? Ağladığın zaman göz yaşların daha mı farklı?

Sevdiğin zaman daha çok sevebiliyor musun mesela? Daha sıkı sarmana rağmen hapsetmeden kısıtlamadan kucaklayabiliyor musun sevdiğini? Serbest bırakabiliyor musun tüm endişelerine rağmen?

Bilir misin, şu "daha"larını bir yana bırakabilsen, şu farklı olma telaşından bir vazgeçebilsen, herkesle nasıl da BİR olduğunu kavrayabilsen, işte o zaman farklı olacaksın... Fark edersen...

25 Haziran 2016 Cumartesi

Sulu

Öyle sulu şakalar yapardı ki, hiç hoşuma gitmezdi... Bütün ciddiyetimle kızardım ona... Sinirlenir, bağırırdım bazen... Yine de neşesini kaçıramazdım... Beni kendi sulu alanına çekmeye çalışmaktan asla vazgeçmedi... Ve inanır mısınız, bir defa bile ne kadar sıkıcı olduğumu hissettirmedi bana, o ciddi olmaya çalışan, sevimsiz halime bakıp bir üf demedi...

Bana göre kendi hayal dünyasında yaşıyordu, gerçek dünyayı asla ciddiye almıyordu. Şaka gibi yaşıyordu hayatı. Ne kadar gamsız, ne kadar vurdum duymazdı... Benim ise hayattan beklentilerim vardı. Çok başarılı, çok zengin, çok sorumluluk sahibi ve daha çok çok bişeyler olacaktım... Böyle bir dünya ciddiyet ister sanıyordum. "Sıkıcı biri nasıl yaratıcı olabilir" diye hiç sormadım kendime. Ben olması gerekendim... O ise kötü örnek...

Yıllar geçti... Sulu şakalar yapan bir insanın iç dünyası nasıldır, hiç merak etmedim... Gerçekten çocuk muydu içi? Hayattan zevk almasını bilen biri miydi yoksa sadece korkularını mı bastırıyordu acaba? Bir süre sonra kestim arkadaşlığımı, çünkü bence o bir baltaya sap olamayacaktı. Benim ise yolum açıktı, çalışkandım, sebatkardım, hevesle saldırıyordum görevlerime, sorumluluk sahibiydim...

Yıllar geçti... Yoruldum, sıkıldım, eğlenmeye zaman ayırmak gerekliymiş, bunu fark ettim... Ne yazık ki, aynı anda eğlenmeyi bilmediğimi de fark ettim... Anladım ki, aslında çok sıkıcı biriyim. Kendimi bile eğlendiremeyen, inatçı, somurtuk, yanındakilerin de neşesini kaçıran biri...

O mu? Tahmin edemediniz mi? 

24 Haziran 2016 Cuma

Çok ayıp

Çok ayıp sana, tam da başkalarını ayıpladığın kadar ayıp... İçin kalıp kalıp kötülük dolu, kalbim temiz ayaklarına yatma bundan sonra bana... Çok ayıp...

O geçenleri ayıpladın ya, o kızı sevmedin, o kadına "oh olsun" dedin ya... İşte bu bir an değil mi iyi ile kötüyü birbirinden ayıran? "Yok ben asla öyle bir şey yapmam" diyene de kahkaha ile gülerim... Hepimiz aynıyız... Kötüyüz... İyiyiz de aynı zamanda, ama kabul edelim kötüyüz...

Bir saniye de olsa, içinde birikmiş onca nefret bir anda kendini gösterdiğinde bil ki, kötüsün sen de herkes kadar...

Hiç mi demedin içinden "hak etmişti" diye... Uydurma... Demişsindir, demediysen, diyeceksindir... Küçük lokma ye, büyük laf etme... Dünyanın kanunu bu... Hepimiz kötüyüz işte, hem iyi, hem de kötü...

"Ne fark eder?" demiyorum bak... Sadece bil istiyorum... Farkına var istiyorum... Kendini pür-i pak sanıp da başkasını ayıplama istiyorum... İçinin kötü olduğunu bil, sen yine de dışında iyi olmaya gayret et istiyorum... Daha çok gayret edebilirsin... Dışarıdan sırf iyi görünebilirsin... Sana kanatsız melek diyebilir çevrendekiler... Sen yine de bil ki, herkes kadar kötüsün sen de...

O kıza baktın, annesini yargıladın ya... İşte o an bil ki, sen de kötüsün... 

İçimdeki Atuan

Görsel: Deviantart - Ethem Onur Bilgiç
İçimde kocaman bir karanlık var bugünlerde... Neye başlasam yarım kalıyor, neyi çözsem yeni sorunlar yaratıyor... Dert bir tane değil ki, düğümleri çöz çöz bitmiyor... Sıkılıyorum, bunalıyorum, kaçmak istiyorum... Yok olmak istiyorum bir yandan da... Gitsem diyorum, biliyorum ki "bu kent peşini bırakmaz senin" misali, tüm çözümsüzler peşimden gelecek... Bir labirent içinde, dolanıp duruyorum o karanlıklarda... Kaybolmayayım diye belime bağladığım ip dolandı iyice her yanıma, mumyaya döndüm... Labirentin mumyası, kördüğümlerle bezeli mezarlarında kaybolmuş, artık var olmayan hazinelerini koruyor.

Bir de isimsizler var... Adlandıramadıklarım... Kocaman bir yumruk gibi bekliyor boğazımda... Adını bir koyabilsem, fırlayıp çıkacak belki dilimden, ağır bir yükten kurtaracak bizi... Bilemiyorum... Bütün o sıkıntıların, boğulmaların, patlayamamaların bir ismi var mı acaba? Varsa, bulsam, nasıl bir patlama yaratır, kestiremiyorum...

Bir de yutulmuşlar var tabii... Boğaz dokuz boğum dediklerinden... Sustuklarım, beklediklerim, anlamsız dediklerim... Dilimin ucundan döndürdüklerim... Kocaman bir batık gemi gibi onlar da savrulup duruyor içimin denizlerinde... Yutulmuşlar bir defa... Tam yerinde taşı gediğine koyamadıklarım, son anda vazgeçtiklerim... Sevip de kıyamadıklarım... Gözümün bebeğinde sakladıklarım...

İşte bunlar benim kocaman karanlıklarım... İçimdeki Atuan'ım... Bir de ben, karanlıkların rahibesi, isimsizleri tarafından yutulmuş OL-AN-IM...

20 Haziran 2016 Pazartesi

Dolap

Görsel: http://www.roportajgazetesi.com
Bir dolap dönüyor burada, hissediyorum... Bir terslik var... Kime sorsam farkında değil... Ama ben seziyorum... Alışmışlar onlar yıllardır... "Sen yenisin daha, alışırsın" diyorlar... Alışmak istemiyorum, fark etmek istiyorum... Alışkanlıklar bizi bizden alıyor, farkındalığımızı eritiyor rutinlerin içinde...

Bir tuhaflık var burada, çocukların gözleri bir farklı bakıyor... Capcanlı parlamıyor, olamaz... Bir sorun var... Çocuk bu, nereye koysan da çocuk kalır ortam müsaitse... Gözlerde o pırıltı yoksa, çocuklar erken büyümeye zorlanıyor demektir... Yok sayamam bu durgunluğu, bu çaresizlik kımıltılarını arkadan arkadan gördüğüm... Çocuk yoklukta durulmaz, yaratmaya devam eder... Yeter ki ortamını bulsun...

Şu dolap nedir, çözeceğim yakında, takipteyim... Yeter ki, benden şüphelenmesinler... Çok kısır bir yer burası, dolap düzen kurulmuş, sevmiyorlar yabancıları, yenileri hiç sevmiyorlar... Onlardan gibi görünmek lazım, evlerine girmek, ama bu arada potada erimemek lazım...

Çocuklar, çocuklar gülmeli, parlamalı gözleri ağlarken bile...

14 Haziran 2016 Salı

Anne sütü

Sana söyleyemediğim çok şey var, kırmamak üzmemek için... Oysa bu sakladıklarım asıl senin beni çok üzdüklerin... Bebeğim 3 aylıktı telefonlarıma çıkmadığında, hiçbir kabahatim olmadığı halde özrümü kabul etmediğinde... Sütüm kesildi, bebeğim nasipsiz kaldı... Bunu sana hiç söylemedim... Üzülme diye... Oysa ben ne çok üzüldüm... Yıllarca üstümden atamadım o üzüntümü... Bebeğimi görmedi gözüm günlerce... Öylece oturup kaldım sofaya... "Yeter kızım kendini attığın oradan oraya" dedi sonunda annem... "Bebeğin aç, kalk bir yüzüne bak, nasıl da annesiz bakıyor, anla" dedi...

Kaprislerini görmezden geldim hep, alttan aldım sen üzülme diye... Oysa ne kadar kırdın beni...

İşte bunu diyorum hep, hep sevdim ben seni, sanki ben senin değil, sen benim çocuğummuşsun gibi korudum. Kendi çocuğumu kenara attım da seni korudum... Sonra bir sabah kalktım, içimdeki kırıkları aradım, yok... Üzüntümü aradım, bulamadım... Seni aradım kalbimde... YOK... Bir sabah kalktım ki, artık sevmiyorum seni... Bu kadar basit işte...

Sevmekten, korumaktan, kollamaktan, vermekten yoruldu kalbim... Bir anda bitti diyebilir miyim? Yoksa yıllar mı sürdü?

Artık tüm söylenmemişleri söyleyebilirim, ama gerek yok...

10 Haziran 2016 Cuma

Küstüm

Küsmek kadar insanın içini kurutan bir şey daha yok... Öyle bir şey ki, konuşmak istediklerin hep içinde birikiyor, birikiyor ve şişiriyor seni... Sonra unutmayacaksın küstüğünü, unutmayacaksın ki, kazara dalıp da konuşmayasın... Sürekli aklında tutacaksın. O sana ne yapmıştı, nasıl haksızlığa uğramıştın... Sürekli hatırlatacaksın kendine... Kötü bir şeyler olmuştu, ben çok kızmıştım, bana haksızlık edilmişti. Bunları hep aklında tutman, taze tutman lazım... Yoksa küstüğünü unutabilirsin...
Daha kurumadı mı kalbin... Kinleri, kötü anıları hatırlamaktan yıpranmadın mı yeterince...
Bazen de güzel anları hatırlamak gerekmiyor mu? Tersine küsmek mümkün değil mi mesela... Sonsuz affetmek... Unutmaya izin vermek, kinlere tutunmamak mümkün değil mi acaba?
Hadi küstün diyelim, çocukluk kadar kısa süremez mi küslüğün?

9 Haziran 2016 Perşembe

Yedek

Yer ile yeksan olsan bir yedek kadar kötü olamaz her halde hayatın... Ömrün boyunca sana verilecek o fırsatı beklersin... O an geldiğinde hazır olman, formunda olman, sahne korkusunu taşımıyor olman, kendini en iyi şekilde göstermen, tutulmaman, hasta olmaman, tereddüt etmemen, gözünü kırpmaman gerekir...

Bir yedek aylarca aylarca bekler de formunun en tepesinde, o gün hayatının en kötü günüdür belki... Kimse dinlemez ama... O an, anı kurtaracak kişi odur çünkü...

Beklemek en büyük azap olmasa araf olmazdı mesela, ama yedek hep bekler... Beklerken umudunu asla kaybetmemesi gerekir, bir an bile tereddüt etmemesi, kendini bırakmaması, işini ciddiye alması gerekir... Kısacık bir andır onun performans anı, o ana kadar geçen hazır olma süresi, o var ya, o hayatının temelidir, temeli olmalıdır... Sabır, bir örümceğin ağını örmesi gibi sabır, ağı kıpırdatmadan, tetikte beklemesi gibi sabır... Uykuya dalmaya, boş bulunmaya izin olmayan sabır...

Yedek olmak, asıl olmaktan kat be kat güçtür.

3 Haziran 2016 Cuma

Kurallar

Kuralları çok severim bilir misin? Kurallar bana kendimi iyi hissettirir. Ayrımcılık olmayacağını, nabza göre şerbet verilmeyeceğini, kimsenin kimseyi kayırmayacağını gösterir bana kurallar... Kurallar varsa, uygulanıyorsa kimsenin kimseyi kırmasına da gerek yoktur, her şey açık ve nettir...

Bilmek bana kendimi iyi hissettirir, neyi yapamayacağımı, ne yaparsam başkasının alanına girmiş olacağımı bilmek...

İlkeleri olmalı insanın ayrıca, insan kendine sınır koymamalı, ama değerlerini bilmeli ve onlara sahip çıkmalı... Kimseyi kırmamak, mahçup etmemek, üzmemek için değerlerini yerle bir etmemeli... Doğrusunu, eğrisini bilmeli...

Kuralları ve değerleri belli zamanlarda gözden geçirmeli... Artık ile yaramayanları tasviye etmeli... Düzeltmeli, değiştirmeli, kaldırmalı... Şartlar değiştiyse yeni kurallar, yeni ilkeler bulmalı...

Diyeceklerim bu kadar...

Miras

"Miras değil alınteri" yazıyordu minibüsünün arkasında... Çok önemliydi onun için... Bu minibüsü almak için yıllarca ter dökmüştü... En büyük hayaliydi kendi minibüsünün olması... Magiruz, havalısından... Yıllarca yemedi, içmedi, uyumadı, çalıştı biriktirdi...

Kimseler elinden tutmadı, hep yalnız çalıştı... Ondan para isteyenler oldu sadece... Hep isteyenler... "Sende vardır, versene bir 5'lik..." diyenler çok oldu... Sigara içmeye yeltendi bir dönem, baktı bir kendisine, 5 otlakçılara, onu da bıraktı...

Uyumadı, gece taksiye çıktı, hafta sonu amelelik etti... Evlensem, hanım entari ister, bebek ister, bebek mama ister dedi, evlenmedi... Kendine gösterilen kızların yüzüne bile bakmadı gönlü kayar diye...

Çalıştı, çalıştı, çalıştı...

Biriktirdi, biriktirdi, biriktirdi...

Sonunda parası göl oldu, gitti aldı Magiruzunu... Kavuştu aşkına... Nazlı kuzum dedi adına... Süsledi onu, titizlendi, geceleri nereye park edeceğini bilemedi, emanet edemedi hiçbir yere, bırakıp gidemedi... İçinde yattı, Nazlı kuzu, hem ekmek teknesi oldu, hem evi...

Kocaman yapıştırdı arka cama... "Miras değil, alınteri"

Sonra baktı ki, miras bırakacak kimsesi yoktu nazlı kuzusunu zaten...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...