26 Kasım 2016 Cumartesi

Ekmek

"Dilenciye verilen bir ekmek yardımseverlik degildir. Asıl yardımseverlik, siz de dilenci kadar açken onunla paylaşılan ekmektir." demiş Fidel Castro. Ah, işte o ekmek var ya... Ne kutsal bir şey... Ekmek parası var, alın teri ile birlikte anılan... Aslanın ağzındaki ekmek var, ekmeğini bölüşüp de yemek var.

Ekmek nimettir, saygı ister, şükür ister... Bir dilim ekmek için ne emekler harcanır, ne kadar yorulur insanlar, bir de bakarsın, bazıları oturduğu yerden yutuverir sizin ekmeğinizi... 

Alınteri ile ancak ekmek alınır gibi de bir çağrışım yaptı bana şimdi yazarken... Çalıştıkça kazanırız, ama az kazanırız diye düşündüğümü fark ettim... Bir lokma ekmek ile yetinmek benim için çalışkanlığın karşılığı... Ne acı... Hep kıt kanaat yaşamaya muhtaç eden bir düşünce... O zaman bunu değiştirmeli şimdi... 

Ben ahlaklı ve etik yollarla, az çalışarak da çok kazanabilirim ve öyledir...

24 Kasım 2016 Perşembe

Yardım

Yardım istemekten çekinenlerden misiniz siz de? Hani "kol kırılır yen içinde kalır"larcı mısınız? son ana dek kuyruğu dik tutanlardan mı yoksa? Acından geberse tek kelam etmeyenlerden, kan kussa kızılcık şerbeti içtim diyenlerden misiniz?

Yardım ister misiniz? Başınız sıkışmasa da, sadece bir ele ihtiyacınız olduğu için, sadece iki elle daha rahat olacağı için yardım isteyebilir misiniz?

Yardım isteyince küçüleceğinizi, yumuşayacağınızı mı zannediyorsunuz, yoksa birine gebe kalmaktan mı korkuyorsunuz? Hayır denemeyecek kadar değerli olduğunuzdan külfet altına mı sokacağınızı sanıyorsunuz etrafınızdakileri?

Dostlarınız mı yok yoksa? Güvenmiyor musunuz çevrenizdekilere? "Bizi bizden çare var" diyebileceğiniz kimseniz yok mu?

Yardım istemekten çekinenlerden misiniz? Utanır mısınız zayıf görünmekten? Aciz mi sanarlar sizi yardım istediğinizde? Ne olur?

Yara

Yaralarını sarmak için zaman ihtiyacı vardı. Sürünerek ilerliyordu, duvardan destek alarak... Bir kurşun kolunu sıyırıp geçmiş, bir tanesi bacağına sağlanmıştı... Karnında bir kurşun yarası vardı, ağır ağır bir sıcaklık dalgası ile gömleğine yayılan kanı hissediyordu... En çok koyan ise sırtına saplanan bıçaktı... Sezar'dan beri süregelen bir olay, tarihe mal olmuş... Arkadaş vurgunu... "Sen de mi?" sözünün pusuya karıştığı... "Oysa..." diye başlayan nice cümlelerle bitecekti hayatı belli ki... "Gövdem gövdene can olsun" diyebilecek biri yoksa yanında, yaşamak da ölene kadar sürecek bir azap sadece, ne fark eder?

21 Kasım 2016 Pazartesi

Fesleğen

Yeni bir eve taşındım mı, ilk iş fesleğen dikerim ben... Bir konserve kutusuna, çatlak bir demliğe, kulbu kırık bir fincana, illa ki bir fesleğen dikerim... Fesleğensiz ev olmaz, yazlık hiç olmaz...
Sabahları kalktığımda, ilk iş balkona çıkarım, çiçeklerime bakarım tek tek, ne sürprizleri var benim için, ne tür bir yaşama evsahipliği yapıyorlar, bir kelebek kozası mı var içlerinde bir arı kovanı mı yanlarında, minnacık kurtlar mı basmış, meyve sinekleri mi? Yanlarındaki su kapları kumrulara mi suluk olmuş, marulcukların kenarlarından mı koparmış serçeler?
Sonra fesleğenimi okşarım, elimde kalan kokusunu çekerim burnuma, evimdeyim derim, derin derin...
Sardunyalar ne kadar dışarı bakarsa fesleğenler o kadar içeri çeker insanı... Bir çay demlemeye, bir bisküvi açmaya, biküviyi çaya banmaya... Yuvaya davettir fesleğenler...

14 Kasım 2016 Pazartesi

Çöktüm

14 Kasım Dolunay Mandalası
Niyet: Bıkkınlık ve bezginliği atmak
Bittim ben, yıprandım, umudum kırıldı... Ay doğsa haneme umrumda değil... Bir adım daha atacak halim yok... Bittim ben... Bir ses daha duyacak, bir harf daha söyleyecek halim yok... Küllerimden yeniden doğacakmışım, haberim yok... Umrumda olsa bile takatim yok. Bakıyorum kalbime, ne sevgi ne nefret, uyuşmuş, duygudan yoksun, taş da değil, almas da... Sünger olmuş... Emiyor, ne gelirse onu emiyor... Emdikçe ağırlaşıyor. Ağırlaştıkça taşımıyor yükleri, taşıyamıyor, bir çamur, bir balçık, bir ağırlık içinde...
Umutlarım var mı? Belki de var, bir tohum halinde belki de... Yeşermek istiyor, yeşeremiyor, fırsatı yok, nefes alamıyor ki neyi büyütecek içinde? Oksijen lazım önce, güneşi görebilmek lazım... Su lazım, toprak lazım... Ama kimya bu... Hepsinin yeri ve zamanı var... Oranları var... Bir anda hepsini boca ederek olmuyor... Taklit ederek olmuyor yaşamak, rol yaparak olmuyor... Takılıyor, tökezliyor işte insan...

Keşke, çocukluğumdaki gibi olsa... Ayağım takıldığında, yere düştüğümde, dizim kanadığında, yaraya bakıp suya tutup kaldığım yerden devam edebilsem koşmaya... Sadece koşmayı düşünebilsem yeniden... Ayağa kalkıp koşsam, koşsam daha çok, daha hızlı, daha uzağa... Koştukça yenilensem, tazelensem, hiçbir şey görmese gözüm koşmaktan gayrı, nefesim ancak kendime yetse, kimseye nefes olmam gerekmese, tek olsam yine, tek ve hür, hür ve yalnız, yalnız ve tasasız, tasasız ve dinç, dinç ve dirençsiz, dirençsiz ve taze...

Kalabalık, esir, çok, endişeli, yıpranmış, öğrenmiş, aciz ve yılgın olmasam...

Düşünmeden

Düşünmeden attı kendini yola, o teyzeye yardım etmesi gerekiyordu... Teyze dakikalarca kaldırımda bir sola bir sağa bakmış, ancak kendine güvenini toplayıp karşıya geçmeye hazırlamıştı kendini.... Yol boştu adımını yola attığında... Bir adım bir adım daha yolun ortasına yaklaşmıştı ki acı bir fren sesi duyuldu. Panik oldu teyze durdu, etrafına bakındı. Dakikalar içinde topladığı konsantrasyonu bir anda dağılmıştı. Fren sesi uzaktan mı gelmişti, hayır, işte şuradan, köşeyi dönen arabadan gelmişti... Geriye baktı teyze, artık geri dönmek için çok geçti, karşı kaldırım da çok uzak göründü gözüne besbelli, eli başına gitti, bir adım atacak gibi oldu, duraksadı, başı döndü belli ki, panik oldu...

Beyaz kısa saçlarını özenle taramıştı teyze, yıllar içinde incelmiş dudaklarına bordo bir ruj sürmüştü. Gri biyeli pembe bir Channel tayyör vardı üzerinde, ona uygun gri ayakkabıları ve kurşuni çantası, belli ki çok güzel bir kadındı gençliğinde, ama şimdi karşıdan karşıya bile geçemiyordu işte...

İki adımda teyzenin yanındaydı, elini tuttu, sıcak bir gülümseme ile cesaret vermeye çalıştı. Kadın ters ters baktı ona, elini çekti, sırtını dikleştirdi, karşıya geçişini tamamladı... Arkasına bile bakmadan sokaktan geçip gitti...

13 Kasım 2016 Pazar

Kedi

Kedi gibi büzüşüp otururdum sobanın yamacına okuldan geldiğimde... Annem çalıştığı için ilk işim sobayı yakmak olurdu anahtarımı çantama yerleştirdikten sonra... Gaz sobasıydı bizimki, arkasına eğilir gazı açardınız, birkaç dakika gazın haznede birikmesini bekler, sonra kibriti bırakıverirdiniz içine... Hızla çekerdim tabii elimi sobanın içinden... Kısa bir süre izler, sobanın tutuştuğundan emin olur, sonra kapatırdım minik penceresini...

Daha sonra odun sobamız oldu... Kovasını önceden hazırlamanız gerekir odun sobası yakacaksınız... En alta gazete kağıdı, çalı çırpı gibi kolay tutuşacak malzemeler, etrafına da ince odunlar ya da tahta kasa parçaları falan... Bir gazete kağıdını büküp kalınlaştırır ucundan tutuşturursunuz sonra mümkün olduğu kadar alttan tutuşturursunuz kolay yanacak malzemeyi... Alttan üflemek gerekir bazen alev alsın çabuk diye... Gazeteler yanar, ince dalları tutuşturur, çıtırdamaya başlar tahtalar... İşte o zaman daha kalın odunları atarsınız... Biraz daha zahmetlidir odun sobasını tatuşturmak, ama kömür sobası kadar değil...

Kömür sobasına düşmemiz daha sonralara tekabül ediyor... Ben lisedeydim sanırım, annem emekli olmuştu... Tutuşturması ayrı derttir kömür sobasının, külü ayrı derttir, ama ucuzdur, gaz gibi lıkır lıkır gitmez bir gıdım ısıtmak için, odun gibi 5 dakikada geçmez... Ellerin yırtık yırtık olur da kömür tozu girer aralarına, yıpranırsın sen de kömürler birlikte... Yakmayan bilmez, sadece kestane kebabından ibaret sanır sobayı, bir de kedi gibi kıvrılmak...

12 Kasım 2016 Cumartesi

Sakin

"Sakin ol" demediler bana hiç... Hep sakindim çünkü... Mantıklı, sakin, soğuk kanlı... Bir anda parlamaz, her konuda planlı programlı... Ben küçükken bana sorulan "büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna asla cevap vermedim mesela... Hiçbir zaman, gelin, itfaiyeci, dondurmacı, doktor olmak istemedim... Pek öyle hayalim falan da olmadı... Hayal kurmayı bilmem ben pek... Sadece plan yaparım. Bir şeyi elde edemeyeceğimi düşünüyorsam, elde etsem ne yapardım diye düşünmem... Asla piyango bileti almam mesela...

Böyleyim ben... Kupkuru, planlı, sakin... Coşkusuz, hayalsiz, sessiz...

"Oysa ne hayaller kurmuştuk..." tarzı cümlelerim olmadı hiç... Hayalperest olmadım, gerçekçi olmakla övündüm... İnsan olmak yerine robot olmaya öykündüm... Duygularımı öldürdüm... Adım adım kendim de öldüm, belki de ölü doğmuştum, kim bilir? Belki de bir mantık evliliğinin olmayan çocuğuyum...

Sakin, kuru, coşkusuz...

11 Kasım 2016 Cuma

Ayakları

Ayakları hep üşürdü... Küçücük küçücük ayakları vardı, bir türlü çorap giymeyi sevememişti... Eve gelir gelmez ayakkabılar bir tarafa, çoraplar diğer tarafa, çıplak ayak gezer, sonra da hırkasına sarınırdı... Üşümedin mi? derdim, Üşümedim, derdi. Getir bakayım ayaklarını, derdim... Mahçup bir gülümseme ile uzatırdı, buz gibi ayaklarını... Ellerimin arasında ısıtırdım onları, sıcacık yapardım kanepede uzanırdı hemen, kedi gibi kıvrılırdı... Sıcacık bir kadındı, sadece ayaklarıydı buz gibi olan... Ördüğü battaniyeyi çekerdik üzerimize, o kanepeye kıvrılmış, ayakları benim kucağımda, üzerimizde artık yünlerden battaniye... Birer fincan kış çayı mis gibi zencefil - tarçın kokan...

Taş yağsın isterse fark etmez... Kucağımda minicik ayakların, burnumda tarçın kokusu, bir yudum sonsuzluk...

10 Kasım 2016 Perşembe

Terlik

Misafir terlikleri vardı, ayakkabılıkta bekler, misafir geleceği zaman kapının yanına dizilirlerdi... Çok da güzel, parlak, janjanlıydılar... Bazıları topuklu, rugan olanları da vardı... Çok severdim onları... Giymek isterdim. Misafir geleceği zaman, tek tek dizerdim kapının yanına... Çaktırmadan denerdim, eğer bana bakmıyorlarsa arka odaya kaçırır orada manken provası yapardım topuklu olanla... Perdeden duvak, kazaktan saç yapardım ya da anneannemin tülbentinden pelerin...

Minik halılardan bebek yapmışlığım vardır benim, sandalyelerden at arabası, taşlardan Rapunzel'in kulesi... Bir kağıt parçası hazine haritamdı, kültablaları tencerem.

Rengarenkti benim küçüklüğüm, sadece fotoğraflar siyah beyazdı...




9 Kasım 2016 Çarşamba

Kutu

Kutu için: www.lsvdukkan.com/
Bir kutu verseler bana, doldur içini deseler... Ne koyardım acaba içine? Kutumu ne ile doldururdum? Biraz coşku koyardım içine sanırım, biraz tutku, biraz da merak koyardım, çok eskide bırakmıştım çünkü merakımı, uzun süredir pek kullanmıyorum sanki... Biraz yeni koyardım içine, bir tutam da eski... Belki birkaç biber, acısız olmaz ama, değil mi? Bir fincan da kahve ve kırk yıl hatrını da eklerdim...

Bir kutu verseler bana, doldur içini deseler... Özlemelerden, oğlumun bebekliğini koyardım, özlediğim süt kokusunu, hüzünlerden okuldan mezun olduğum günü koyardım, hevesten yeni işime başladığım ilk günü...

Bol bol da sevgi koyardım içine, biraz anne, biraz evlat, biraz kardeş, sevgilimi koyardım...

Seçilmiş yalnızlıklar, yanında birkaç kitap, baharın ilk sabahını koyardım, sonbaharın gün batımını, yılın ilk karına uyanmayı koyardım, yağmurun çatıdaki tıpırtısını... Toprağın kokusunu, tohumun filizini... Salıncakta sallanmayı, taaa göğe çıkabileceğini sanmayı...

Ne ki, tüm bunları yazarken yüreğimdeki sızlamayı da koyardım içine sanırım kutunun, istesem de ayıramazdım birkaç pişmanlık kaçıverdi içine...

8 Kasım 2016 Salı

Telefon

Bazen diyorum ki, hiç telefon taşımasam yanımda... Eskisi gibi hani... Telefon o kadar nadir çalsa ki, üstüne dantel örtü örtülse salonda, baş köşede... Sözleşsek seninle, Taksim - Sütiş'in önünde, okul çıkışı, saat 3'te gelsen sen, biraz geciksem mesela ben... Merak etsen, saatine baksan beklerken... Kafanda hesap etsen:

- 2'de çıktı okuldan, Beşiktaş'a kadar yürüdü, 15 dakika, 10 dakika da dolmuş beklese, eh, dolmuş da 15 dakika, yok yok, trafik vardır bu saatte, 20 dakika diyelim...
- Gecikti, unuttu mu yoksa?
- Belki bir arkadaşı ile yürümüşlerdir Beşiktaş'a, sallanmışlardır biraz, gelir şimdi...
- Başına bir şey gelmiş olmasın...

O sırada insem dolmuştan... Yüzündeki o endişeyi görsem, sonra gülümsemeyi beni görünce... El sallasam sana, karşıya geçmek için beklerken... Birazdan sarılacağımı bilerek... O mis gibi kokunu içime çekerek, yanağından öpeceğimi bilerek el sallasam...

Diyorum ki, hiç telefonum olmasa, sadece AŞK olsa...

7 Kasım 2016 Pazartesi

Bilet

"Biletçi, bakar mısın?" diye seslendi arkasından adamın... Gişeyi kapatmış, hızlı adımlarla ilerlemeye başlamıştı adam... Duymadı mı, yoksa duymak mı istemedi, bilemiyorum... Öğlen yemeği için evine gidiyordu belli ki, vakit dar, yol uzundu belki de... Ya da önce halletmesi gereken başka işleri vardı, ekmek ve yoğurt götürmesi gerekiyordu eve, bakkala uğrayacaktı ama önce borçlarını kapat derse bakkal, ne cevap verecekti, onu hesap ediyordu kafasında...

Ama ilk otobüse bilet alması, hemen gitmesi şarttı bu şehirden... Öğle paydosunu bekleyemezdi, mümkünü yok bir saat daha geçiremezdi buralarda... Hemen gitmesi şarttı... Kalkan otobüse doğru seyirtti mecburen, biletçi çoktan uzaklaşmıştı çünkü o bunları düşünürken... Belki şoföre yalvarsa, ilk duraktan alsa bileti, kim bilir... Koridorda bile oturmaya razıydı, öyle cam kenarı, muavin arkası gibi takıntıları yoktu... "Yok, yok, yalvarsam kesin alırlar beni" dedi sesli sesli, kendi sesini duydu, irkildi... Koşmaya başladı otobüse doğru... Biletsiz de olsa, binmeliydi ilk otobüse...

5 Kasım 2016 Cumartesi

Susmak

Susmak istemediğim zamanlar var benim, hiç susmak istemediğim... "Susmam asaletimdendir." diyorlar ya, asaleti falan bırak, edepsizliği de koy kenara, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum bazen...

Söz gümüşse, sükut altınmış ya, boş vermek istiyorum onca altını, gümüşü de bir kenara atayım, sadece, sadece bağırayım istiyorum...

Önünü, sonunu düşünmeden konuşan insanlar var ya, hani hiç hoşlanmadıklarımız, patavatsızlar var ya... Onlar kadar düşüncesiz, pervasız olabilmek istiyorum bazen... Aklımı, dimağımı, efendiliğimi bir kenara koyup gözümü patlata patlata konuşmak istiyorum... O kırılmasın, bu alınmasın, beriki darılmasın demeden, içimden geçtiği gibi konuşmak istiyorum. Onlar kırılmasın derken kendimi kırılmış bulmamak için konuşabilmek istiyorum. Onlar alınmasın derken, onlar darılmasın derken en küskün kendimi buluyorum, en değersiz, en kenara itilmiş bir ben varım, o kenarda, yıpranmış, küçücük...

Değer mi asalet için bunlara?

1 Kasım 2016 Salı

Harmoni

Dün akşam çok sevdiğim Ebru'nun Çemberin Sesi - Mandala Atölyesi'ne katıldım... Üstelik farkında olmadan oldukça önemli bir geceyi seçmişiz toplanmak için, Keltlerin önemli bir bayramında: SAMHAIN

İşyerinde huzur niyetim ile başladım mandalamı yapmaya... Bu yaptığım ilk mandala değil, ama mandala okumaya atacağım ilk adım, o nedenle önemliydi benim için...

Önümüzdeki rengarenk kalemlerden seçerek dinginlik ve huzur bularak yaptık mandalalarımızı biz 6 kadın... Yaptıkça açıldık, yaptıkça sevdik...

Mandalalarımız bitince Ebru bizden mandalamıza bir isim koymamızı ve onun ağzından bir 5 dakika yazmamızı istedi... Tam da bana göre, yazmak bana iyi gelen, yazdıkça iyileştiğimi hissettiğim bir süreç...

Yanda fotoğrafını gördüğünüz SAMHAIN - huzur niyetli mandalamın ismi HARMONİ... Merak ediyorsanız, bana söyledikleri de işte bunlar:

Ben bir lotus çiçeğiyim, bugün burada huzurdan doğdum. Pisliğin, çamurun, bulanık suyun içinden doğdum. Siz köklerimi göremezsiniz, bilemezsiniz çektiklerimi, sadece, sadece size gösterdiğim kadarını bilirsiniz.

Renklerimi gösteririm size ancak, rayihamı veririm. Özümü aldığınızı sanırsınız, oysa sadece verdiğim kadarını alabilirsiniz. Bunu hiç düşünmezsiniz üstelik. Beni bildiğinizi, tanıdığınızı sanırsınız.

Oysa sadece çiçeğimdir gördüğünüz. Merak bile etmezsiniz o bulanık suyun içinde ne saklı, merak bile etmezsiniz asıl beni.

Çirkinliklerime tahammül edemezsiniz, istemezsiniz hayatınızda aslında asıl beni. Oysa güzelliklerden ibaret değildir hayat, o çirkinliklerdir güzellikleri yaratan... Bir bütündür HAYAT.

Böyle bir şey işte... Biz devam edeceğiz mandala atölyelerine... Tavsiye ederim size de...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...