27 Nisan 2016 Çarşamba

Bekardı

Görsel: www.evenmag.com
Bekardı, sonra evlendi... Çok da büyük bir değişiklik olmaz hayatında diye düşündü. Alt tarafı evde yemeğini tek başına yemeyecekti bundan sonra... Bir de yatağında biri olacaktı fazladan. Bir takım işleri de paylaşırlardı, belki hayatı kolaylaşırdı biraz... İnsanların evlilik üzerine bu kadar büyük hayaller kurmasını anlayabilmiş değildi.

Seviyor muydu? Evet, seviyordu sanki. Ama ayrı evlerde yaşarken de seviyordu. Sonra onların olmayan mekanlarda buluşuyorlardı. Ortak bir mekan olması işine gelirdi... Bazı şeyleri artık düşünmek zorunda kalmayabilirdi zamanla... Tabii bugüne kadar hiç düşünmediği şeyleri de düşünmek zorunda kalacaktı. "Akşama ne yiyeceğiz?" diye başladı mesela ilk soru. Bugüne kadar hiç düşünmemişti sabahtan "akşama ne yiyeceğim?" diye. O anda canı ne isterse onu yerdi, bir elma, bir dilim kavun, hatta belki peynir-ekmek. Bazen balık alırdı eve dönerken, onu pişirirdi, bazen de kasaba uğrardı parası varsa...

Neyse bu soruya da alışırdı zamanla, iki kişilik düşünmeye de...

26 Nisan 2016 Salı

Köprü

Brooklyn Köprüsü
Köprü dedin mi ihtişamlı olacak... Bina gibi ilmek ilmek işlenmiş olacak... Öyle beton yığını, demir yığını olmayacak... Sanat eseri olacak... Hatırlıyor musunuz böyle köprüler? Öyle unutulmuş yerlerde değil de büyük şehirlerde, yaşamın civcivli olduğu yerlerde olanları var ya, işte benim kalbim hep onlarda...
Drina Köprüsü - Mimar Sinan
Tower Köprüsü
Brooklyn Köprüsü mesela, Tower Bridge... Var mı böyle bir güzellik, şehrin göbeğinde... Ne zaman New York'ta geçen bir film izlesem içim gider Brooklyn Köprüsü'nü gösterdiklerinde... Altından geçmek en büyük zevklerimden... Londra demek, Tower Bridge benim için, ne Big Ben ne kırmızı otobüsler... 

Köprü dedin mi ihtişamlı olacak... İki yakayı birbirine bağlayacak...


Mostar Köprüsü


25 Nisan 2016 Pazartesi

Zamana

Fotoğraf: Ali İhsan Öztürk
Zamana dair bildiğimiz her şey yanlış... Algıladığımız kadarını gerçek sanıyoruz çünkü... 4 boyutlu, dar açılı algımızla zamanı lineer zannediyor, buna rağmen, geçmişte ve gelecekte takıldığımızı göremiyoruz. Günde değil dünde yaşıyor, planlarımıza uzun uzun zamanları dahil ediyoruz...

Kul kurar kader gülermiş. Yaptığımız planların hepsi komik, hepsi at gözlüğünün minicik penceresinden dar açılı görüntüler... Üstelik bir de deneyim biriktiriyoruz bu planları yapmak için... İki kere iki her zaman dört edermiş gibi... Ne komik... O iki tane ikiyi aynı anda yan yana getirmek kolaymış gibi...

Bir de bekliyoruz, hayatı yaşamak için bekliyoruz... Sanki zaman da bizimle bekliyor gibi... Bekle akşam olsun, hafta sonu gelsin, ay başı olsun, çocuklar büyüsün, hele bir evin taksidi bitsin...

Bekle anacım, zaman da seninle bekliyor sanki...

22 Nisan 2016 Cuma

Kesin

Görsel: Fotokritik.com/kullanici/sahintas
Kesin kararlıyım bu defa, ona gidip her şeyi anlatacağım... Olmaz böyle, onun da bilmeye hakkı var gerçekleri. Sürekli durduruyorsun beni. Hayır, ikinci defa düşünmeyeceğim, ne zaman "bir defa daha düşün" desen vaz geçiriyorsun beni. Biliyorum, gerçeği duyduğunda bütün inançları temelden yıkılacak... Artık ne eskisi gibi güvenebilecek, ne de sevebilecek. İçindeki çocuk bayram sevinci kursağında kalmış bir gölgeye dönecek. Bildiği her şeyden şüphe etmeye başlayacak, çünkü temelinden sarsılacak kurduğu hayat...

Yine de gerçeği bilmek hakkı, dönüp dolaşıp bunu düşünüyorum. Bilmeli. Sen olsan bilmek istemezdin biliyorum. Kendimden pay biçiyorum o yüzden, bana benziyor o... Temelleri sarsılınca daha sağlam bir yapı kurabilir enkazın içinden... Başına yıkılmazsa eğer...

21 Nisan 2016 Perşembe

Anlasa

Görsel: Uludağ Sözlük
Anlasa da anlamasa da fark etmez artık... Biraz sonra şu kapıdan çıkıp gideceğim. Gitmek tedirginliği kaldırmaz çünkü, ya alıp başını gideceksin ya da oturacaksın oturduğun yerde... Ön görmek, plan yapmak, tedbir almak değildir gitmenin işi... Sırt çantan olacak yanında bir tek, bir de sen.

Alıp başımı gideceğim işte, bu kadar sadece... Bu çok önemli, başımı almak... Eğer giderken kafanı geride bırakırsan hiç gitmemişten beter olursun... "Bu kent peşini bırakmaz senin" demiş ya Kavafis, işte asıl mesele başını alıp gitmemekte... Olayı bitirmek önemli olan.

İşte bu nedenle anlasa da anlamasa da fark etmez... Giden benim... Kalanın ne olduğu umrumda değil artık, istediği kadar söyleyebilir türküsünü geride kalan...

Terk etmek yok gitme eylemimin içinde, çünkü sadece gidiyorum ben... Geride bıraktığım bir şey yok kendi adıma... Bitti biten, giden gider...

"Eğer anlatılmadan anlamadıysan, anlatılsa da anlamazsın demektir." demiş ya Murakami...

Anlasana...

Ayrık Otu

Hiçbir şey olmuyor... Öylece duruyoruz işte... Bazen bir heykele benzetiyorum kendimi... Orada öylece duruyorum... Hayat gelip geçiyor üstümden geçen bulutlar gibi... Teğet geçiyorum onlara... Zaman geçiyor oysa... Paslanıyor gövdem, kuşlar geziniyor üstümde...

Sahi, bugün bir karga gelmiş balkona... Aniden ben dışarı çıkınca ürktü, kaçtı... Saksıya bakınca bir balık leşi gördüm, kimbilir nereden aşırmış... Güzelce çıkıştım kaçan kargaya, "pes doğrusu, bir bu eksikti", dedim... "Burada yemek yiyor muyuz biz?" Karga da anlamıştır biraz kaçık olduğumu, tüm komşularla birlikte... Yine de girdim içeri, bıraktım gelsin, alsın yemeğini... Nerede yerse yesin... Rızkına mani olacak değilim ya... Balkonumda yemesin tek... Orada sadece çiçeklerime yer var...

Bir ağaç olsam, hiç değilse yaprak değiştirirdim arada; mevsimler değişirken... Şimdi hiçbir şey değişmiyor hayatta...

Sadece demir bir pençe geliyor, avcuna alıyor kalbimi arada... Sıkıyor, bir kafes gibi daraltıyor içimi... Sonra gidiyor mu, alışıyor muyum varlığına anlayamıyorum... Hiçbir zaman iyi hissetmiyorum kendimi, o zaman nasıl daha kötü hissedebiliyorum, merak ediyorum...

Zeyno aradı biraz önce... Patronu ölmüş, trafik kazası... Gençmiş, çocukları varmış... Erken evlenmemeli diyorum insan... Bak, ölüveriyorsun işte, kalıyor çocuklar... Geç evlenince ölmüyor musun yani? Ne kaçık kadınsın sen... Ölüyorsun işte.. Her gün ölüyorusun... Sadece bazı ölümler daha kısa, seninki epey uzun sürdü... Bir de bazıları beklemiyor ölmeyi, sürpriz oluyor... O da güzel...

Bir de ağaç olsam diyorsun, kök salmayı beceremedin ki daha... Yabani ot bile olmaz senden... Yaban dediğin taaaaa yerin dibine salar kökünü... O zaman neden yabani diyor komşular sana, sen bu denli beceremezken kök salmayı... Olsa olsa ayrık otu olur senden ya da mantar... Bir de deli ot diyorlar ya bizim köyde... O olabilir...

Kimseye bir zararım yok diyorsun ya, ne faydan var? Heykel bile gölge yapıyor arada... 

20 Nisan 2016 Çarşamba

Gitsek

"Bu hafta sonu pikniğe gitsek ya", diyecekti, durdu... Dilini ısırdı, lafını yuttu... Dese ne olacaktı ki, sonucunu bildiği bir alay laf... Yollar çok kalabalık, hava zaten serin, bir sürü maganda, balkona çık çok istiyorsan, evin suyu mu çıktı, senin de aklın hep gezmede tozmada...

Evlendiğimden beri gün yüzü görmedim, bu tembel adamın elinde her gün ev hapsi... Gitse de iki komşu görsem diyorum, gitmiyor ki, çıkmıyor hiç evden... Pencerenin dibine oturup nakış işlerdim ilk zamanlar, sonra sonra ondan da işkillendi... "Neye bakıyon dışarı?", "Hiç işin yok mu senin? Ne biçim kadınsın? Rahmetli annem hiç boş durmazdı."

Offff, off, eskiden anam, bacım uğrardı, onların da ayağını kesti... Her geldiklerinde bir yolunu buluyor, bir kavga çıkarıyor... Kaçıp gitmek en iyi çare oluyor...

Bir göz odanın içerisinde, göz göz oldu yüreğim içime ağlamaktan derdimi... Ne derdin var? deseler, anlatacak lafım yok susmaktan gayrı...

Yaralı

Yaralı orada öylece uzanmış yatıyordu... Bacağında tuhaf bir şekil, sanırım kırılmış... Elleri iki yana açık, sanki dua eder gibi, teslimiyetle açılmış...

Gözlerinde tuhaf bakışlar, acı içinde ya da dehşetle açılmış değil, şaşkınlık ifadesi var gözlerinde... Böyle bir kaza geçirsem benim de öyle olurdu herhalde... Araba çarpsa ya da ne bileyim karşına bir soyguncu çıksa, yine de bir anda olup bitiverse her şey, yine de bir nebze hazırlıklı olur insan, kalabalık bir sokakta olsan yanından geçen insanlardan zorla sıyrılsan biraz beklersin yine başına bir şey gelmesini...

Gökten taş yağsa başına insanın ancak bu kadar olur ya da saksı düşse... Ama değil, bunların hiç biri değil yaralanmanın nedeni... İnsan düştü üstüne... İntihar etmek için bu tenha sokağın nispeten yüksek çatısını tercih etmiş bir insan...

Aşağıya bakmaya cesaret edemedi, gözlerini kapatıp attı kendini belki de...

Ve adamın üstüne iniverdi... İndi ve burnu kanamadan kalktı...

Zavallı yaralı, orada şaşkın bakışları ile elleri göğe açık, kalakaldı...

19 Nisan 2016 Salı

Gereksiz

Gereksiz diye bir şey yoktur bence, altındaki ihtiyacı anlayabilene... Gereksiz bir laf etmek, gereksiz bir hareket yapmak, gereksiz yere oturmak... Asıl sıkıntı hayatta her yaptığımızın altında bir gerek aramakta... Her şeyin bir amacı olmalı takıntısı bizi yaşamaktan alıkoyan... Kurallar kurallar üstüne, kendi kendimize çizdiğimiz sınırlar üst üste...

Anlam arayışı bence hayatın anlamını kaçıran... Bu dünya bizim için yaratıldıysa eğer, onun keyfini sürmek de bizim hakkımız olmalı... Keyif sürmek derken yanlış anlaşılmasın, durup bir kuşun cıvıltısını dinlemek mesela hızlı hızlı bir yere varmaya çalışmak yerine... Burnuna aniden çarpan bir kokunun peşine düşmek, köşeyi dönünce mis gibi portakal çiçekleri ile karşılaşmak... Durup derin derin bir nefes almak yaşadığının farkında olarak...

Gereksiz mi şimdi bunlar? "Ne faydası var şu materyalist dünyada" mı diyeceğiz yani... Kim diyebilir ki sabah kalktığında arsız arsız gerinmek gereksiz diye, hayata ve yaşamaya aç bir hevesle kalkıp pencereyi açmak, güneşi yüzünde hissetmek gereksiz midir? Bir inciri tadını çıkartarak yemek, bir dostuna sarılmak, yanında olmasa bile hayalinde sarılmak?

Sevmek, hayatı, yaşamayı sevmek gereksiz midir?

18 Nisan 2016 Pazartesi

Hangi?

Seçenekler sarmış dört bir yanımı, seçim yapmak çok zor... Hangi okul, hangi ev, hangi resim, hangi çorap? Hangi şehir? Hepsi bir diyorlar, ama değil... Seçim yapmam gerekiyor...

Hangi'ler o kadar çok ki? Nasıllara geçemiyorum henüz... Bir seçsem, sonra şekillendireceğim... Nasıl güzelleştirebilirim? Nasıl değiştirebilirim? Bu sorular henüz yok aklımda...

Hangi çiçeği koklasam? Hangi ağaca sarılsam? Hangi elbiseyi giysem?

Ne komik insan, ne komik... Önce seçmeye uğraşıyor, sonra yaptığı seçimi beğenmiyor içten içe, değiştirmeye çalışıyor, kendine uydurmaya... Onu biliyorum da ondan zor geliyor seçimler...

Henüz seçmediğim için hepsi mümkün kalıyor zihnimde... Seçim yapmayınca, keşke olmuyor. Saçma sapan pişmanlıklar yaşanmıyor...

İyi işte böyle, yaşayıp gidiyorum, seçmeden... Ne olur sormayın bana "Hangi" ile başlayan cümleler...

Hangi çocuk sever ki annesi ile babası arasında seçim yapmayı?

16 Nisan 2016 Cumartesi

İçimde

İçimde büyük bir öfke var, herkese, herşeye... Patlamaya hazırım, ama kibarlığım tutuyor beni, öyle yetiştirildim çünkü... Asla ne hissettiğini göstermez kibar bir hanım, elleri kucağında ayaklarını bileklerinden çapraz yaparak derli toplu oturur. Öyle bacak bacak üzerine atmaz... Saçı her zaman zarif bir topuzla enseden toplanır, hafif bir makyaj ile sade görünüm tamamlanır... Mutlaka inci takılır, çünkü inci bir hanımefendinin göstergesidir. İnci takan bir hanım, inciye layık kıyafetler giyer tabii ki. Öyle ip askılar, kısa etekler taşımaz inciyi... Ağır başlı kıyafetler, ağır başlı bir duruş, ağır başlı tepkiler...

Her zaman neyi, kimi temsil ettiğini hatırla, çünkü sen sen değilsin, bir evlatsın, bir eşsin, bir annesin...

Sen asla sen değilsin, olamazsın...

14 Nisan 2016 Perşembe

Fotoğraf

Görsel: Mr. Smiling eyes by PrincessMitch1129
Fotoğraf da mektup gibi benim için, eskilerden kalan bir anı sanki... Ama mektubun aksine, hiç sevmem fotoğraflara bakmayı... Ne mutlu anları görmekten hoşlanırım insanların gözlerinde, ne de o fotoğraf çekilirken arka planda yaşanan didişmeleri hatırlamak isterim... Aslında fotoğrafta bulunmayı bile sevmem... Yıllar sonra bakacak yabancı gözlerin irdeleyici bakışları daha objektif bana bir silah gibi doğrultulmuşken bile iğne gibi batar etime...

Böyle bir aktivite vardı mesela misafirliğe gidildiğinde, albüm bakma... Hayatımda en anlamsız bulduğum iş... Hele de dürtmeler, "bak bu benim dayımın küçük kızının nişanlısı..."

"BANA NE" diye bağırmak gelir içimden... Hatta "Sana Ne" diye ilave de edebilirim. Bakalım o nişanlı mutlu ediyor mu dayının küçük kızını? Gözündeki o heyecan kalacak mı on yıllar sonra, o mutluluk vaadleri?

Fotoğraf AN'ı korumak ve hatırlamak içinmiş... Hadi canım... Bir gün oturup o fotoğrafa baktığımda ne diyeceğim? "Ah, bir zamanlar ne kadar mutluymuşuz."

ŞİMDİ mutlu ol kardeşim, fotoğrafa muhtaç olma mutluluğunu hatırlamak için...

Doğarım

Görsel: Sakura's rising sun by jyoujo
Her sabah, her sabah, hiç üşenmem doğarım ben... Bakarım aşağıdaki mavi gezegenime, orası çok eğlendiriyor beni çünkü... Bazen bulutlu olur, onları göremem... İnanır mısınız? O komik yaratıklar da beni doğmadım sanırlar o bulutlu sabahlarda... "Bugün güneş yok" dediklerini bile duydum... Olmaz olur muyum, hiç bıkmam ki ben doğmaktan... Nasıl her akşam batıyorsam, sabahları da doğarım.

Hayır, bir iş olarak görmüyorum doğup batmayı, keyif alıyorum yaptığım işten, seyrediyorum alemi, başka arkadaşlarım da var, ama mesafeli biraz, pek konuşamıyoruz, ama göz kırpıyoruz birbirimize sürekli... Muzip muzip bakışıyoruz...

Dedim ya çok güldürüyor insancıklar beni, sadece beni mi, kadim dostum ayı da... Düşünün, onun için de bir "ayın karanlık yüzü"nü uydurmuşlar... Ayın her yanı karanlık oysa... Ay bu, yıldız değil ya...

İşimi severek yapıyorum, her sabah... Her gün o mesajı vermeye uğraşıyorum onlara... Her gün yeniden doğuyorum, yeniden, yeniden... Tıpkı sizin gibi...

13 Nisan 2016 Çarşamba

Şifa

"Şifa olsun" derdi anneannem, en ufak bir lokma ekmeği bile verirken, hapşırdığımda bile... Hayatın içinde şifası ile yaşardı. Ellerinden şifa akardı, yumuşacık, sıcacık, kendi gibi, pofuduk, pamuk pamuk...

Bilirdim ki, şifa içimizde... Günümüzde, nasıl baktığımızda... Sabah nasıl uyanmayı seçtiğimizde... Şifa gözlerimizde, tıpkı nazar gibi... İyi diyelim, iyi olsun, şifa dileyelim, şifa olsun... Anneannemin şifası hepimizle olsun... Bir lokma su içerken bile farkında olalım şifanın, değil mi?

"Farkında olmak şükürdür" derdi hocam... Farkında olduğunun bile farkında olmalı insan... Karman çorman olduğunun farkında olduğu gibi, şifanın da farkında olmalı... Güneş ışığı tenine değdiğinde... Sabah, gözünü açmadan daha yanındaki teni hissettiğinde... "Ooooh, canıma değsin" dediğinde... Çocukken ne kadar çok derdik, oooooh, canıma değsin... Hatırladın mı?

Hadi, ayıbı, günahı bırak... İçinden deyiver bir kere... Şimdi git pencerenin önüne, gökyüzüne bak, derin bir nefes al, bir daha söyle, bu defa sesli sesli söyle...

"OOoooooooh, canıma değsin..."

Şifa olsun...

12 Nisan 2016 Salı

Öğle Yemeği

Çoğunlukla bir sandviç ile geçiştiririm öğle yemeğini, çok da fazla önemi yoktur benim için... İşim çok daha önemli, pek çok insan öğle molasında o mükellef sofralarını kurdurur, hatta belki bir kadeh de şaraplarını içerken, ben analizlerime devam ederim borsanın üst katındaki ofisimde... Evim de Wall Street'e yakın. Kötü bir semt, ama her an aklıma birşey geldiğinde ofise gidebiliyorum. Aslında bir anlamda ofiste yatıyorum da denebilir ya, evi tutuyorum bir yandan... Sanıyorlar ki, kız arkadaş falan götürmek için o ev, değil dostum, yanılıyorlar... O işler dikkati dağıtır. Borsa işinde tetikte olmalısın. Anlıktır fırsatlar...
NY'un en gözde broker'ı olmak kolay değil, dostum... En gözde bekarı olmaktan çok daha zor... Bir kaç markaya, bir kaç mekana takılmaya bakar kızlar... Borsa öyle değildir, ufacık bir sadakatsizliği, en küçük dikkat dağınıklığını asla kabul etmez...

Ne diyordum, hah, öğle yemekleri... O sırada haberleri okurum ben... Hint gazetelerine kadar okurum, en ufak bir ayrıntıyı, en küçük bir detayı bile kaçırmam gözden... Sandviç dedim, ama ondan da vaz geçsem iyi olacak sanki... Bir kahve yeter bana aslında düşününce... Tıpkı sabahları yaptığım gibi...

8 Nisan 2016 Cuma

Ruhum

Görsel: http://www.tattoobite.com/
Ruhum bir yaralı kuş, gönlümün bir yanı hüzne bakar benim... Klişelerden hiç hoşlanmam, ama şu palyaço klişesi tam bana göre... Hani var ya, "benim her kahkahamda bin gözyaşı gizlidir" diyen... İşte o bendeniz oluyorum... Mesleğim tiyatro değil belki, ama rol yapmak ikinci adım... Her gün evdekilere ayrı rol, patrona ayrı, müşteriye ayrı bir rol... Maskeler, maskeler, maskeler...

Sanırsın ki, bu kadar maske takarken insan sonunda kim olduğunu unutur... Kazın ayağı öyle değil... Her an hatırlıyorum aslında kim olduğumu... Ruhumun kanayan yarasını bir an bile unutmam mümkün değil... Dudağımın bir kıvrımından bile taşmasın diye saatlerce ayna başında çalışıyorum... Gizli kimliğimi kimse bilmiyor, annem bile... Hüzünlerle sarıp sarmaladığım kalbimi, her an can çekişen bir kuş gibi kanat çırpan ruhumu kimse görmedi bugüne kadar... Belki, belki babam görmüştü gözlerimde, emin değilim, ölmeden önce, ellerimi tutup gözlerimin içine baktığında, o bir an için, belki babamın hüznü ile buluşmuştu ruhumdaki kuş... Bir şey söyleyecek gibi ağzını açmış, sadece derin bir ah çekip öylece boşluğa çevirmişti gözlerini... 3 gün çekmedi zaten ebedi yolcuğuna çıkması, belki de benim yaramdı onun umudunu kıran, kim bilir...

Kal demedim çünkü diyemezdim... Asıl yandığım, bekle birlikte gidelim dememiş olmam... Bir maske de bunun için taktım daha sonra, içimdeki korkağı gizlemek için... Bekle geliyorum demeden, diyemeden... O gitti, ben kaldım...

Kalakaldım...

7 Nisan 2016 Perşembe

Büyümek

Görsel: We all need something to grow by Pablo Barra
Keramet büyümekte değil sanırım... Zaman sadece sebzeleri olgunlaştırır demiş ya düşünür, ben de değişen ne o zaman, onu anlamak istiyorum... İçimdeki çocukla iletişimi kopardım bir süre, dans etmeyi unuttum ve taklalar atmayı doğada... Sonra da çok sıkıcı buldum kendimi... Büyümek bu olmasa gerek... Aklı da büyümüş derler ya, aslında aklı değil gönlü büyütmek gerek...
Gözden düşmüş artık yetişkin olmalar, ya da çok geç kalmışım ben o trene... Bir baktım ki büyüdüğümde, yalnız kalmışım. Tekrar küçülmek olası mı?
Büyümek dediğin ne o zaman? Bir çocuğa yürekten sarılabilmek ve hiç tanımadığın bir çocuğun sana sarılması delicesine sevinmesi seninle... Zamanı unutabilmek birlikte sohbetin dibine vurarak bir nene ile... Yaşın anlamını yitirmesi büyümek, günlük telaşların mevsiminden geçip hayatla dans etmeyi hatırlamak, tıpkı çocukken olduğu gibi... Sevdaları, tutkuları hayatın içine katabilmek, yemeğin tuzunu yaşarken hayata katabilmektir büyümek...
ve bir sevdadır yaşarken büyümek...

2 Nisan 2016 Cumartesi

Mücevher

Anneannemin çok güzel bir yakut mücevher takımı vardı... Eski kadınların eski güzel mücevherlerinden... Kocaman kırmızı taşı, kırmızı altından montürü vardı ve etrafında ufak elmaslar vardı... Hayatımda gördüğüm en güzel şeydi sanırım... Bir gün hırsız girdi eve, ödüm koptu yakut küpeleri aldı diye... Dolaptaki bütün kaseleri tek tek kaldırmış, yoklamış her yeri, en son kaseyi de kaldırsa mücevheri bulacak... Kaldırmamış onu... Alamamış yakut takımı... Çok sevindim... Onun yerine teyzemin Almanya'dan getirdiği kadife pelerinimi almış... Adak gibi... Çok sevdiğin bir şeye karşı çok sevdiğin başka bir şey... Olsun... Yakutlar daha değerli, onlar kurtuldu ya... Çocukluğumun hazinesi yakutlar...

Aradan yıllar geçti, anneannem vefat etti, küçük anılar paylaşıldı, eşyalar dağıtıldı... Yakut mücevherden bahseden hiç yok... Keşke bana kalsa dediğim bir miras, çocukluğumun hazinesi, nerede?

Anneme sordum, "yakut küpeleri vardı anneannemin, etrafı elmastı hani" diye...
"Ne yakutu?" dedi annem... Bir daha anlattım, hani kocaman taştı ortası, kırmızı altın montürü vardı...

Annem güldü, "camdı onlar" dedi...

Cam KIRILDI...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...