14 Aralık 2017 Perşembe

Evlilikler, doğumlar, kutlamalar... Bir dönem hayatınız bunlarla şenleniyor... Evleniyorsunuz, arkadaşlarınız evleniyor, kuzenleriniz, kardeşleriniz evleniyor, sonra bebekler gelmeye başlıyor ardarda bir süre... Kendi çocuğunuz, yeğenleriniz, arkadaşlarınızın çocukları... Sonra bir bakıyorsunuz, evlenecek kimse kalmamış etrafınızda, çağrılacağınız düğünler bitmiş, herkes çocuk planlarını kapatmış, o ufak bebeler 10'lu yaşlarını kutlamaya başlamış...

Hayatın döngüsü bu maalesef... Alacak verecek kızımız kalmadı, teyze-hala da olduk çok şükür yıllardır, oğlanı da büyüttük... O zaman bir ölüm döngüsü etrafımızda, bu aralar hep ölüm haberleri almam bundan mı? Depresif miyim yoksa sadece gerçekçi mi?

Üzgünüm... Endişeliyim...

11 Aralık 2017 Pazartesi

Bir adım at

Bir adım at, kalk bir adım at... Kapıyı aç, dışarı çık, güneşi ara... Bir adım at, bir nefes al, yaşadığını fark et... Canlı olmakla kalma, tazelen, taze kal... Ciğerlerine çektiğinin yaşam olduğunu fark et... Seninle birlikte nefes alan tüm o canlıları düşün, hayvanları, ağaçları...

Bir adım at, etrafına bak, etrafındaki sesleri duy, doğanın müziğini, bir ağacı okşa, bir çiçeğe merhaba de...

İşte o zaman göreceksin kelebekleri, güneş ışığı dansını yaparken, hissedeceksin varlıklarını ve sevineceksin...

İçin neşe ile dolarken sevgiyi hissedeceksin, o müthiş yüce gücü, teninde dolanan yaprakların hışırtısı mı, rüzgarın kıpırtısı mı? Bir kuş mu öttü az ötede?

Bir adım daha at...

Canlı olmak yetmez, tazeleneceksin...

28 Kasım 2017 Salı

Kutunun Dışında

Yürüdüm bir süre ellerim ceplerimde
Bir duvarın önüne geldim
Duvar boyunca yürüdüm sonra
Bir açıklık aradım
Baktım durdum, bir kapı, bir yarık, bir çatlak aradım duvarda...

Sapasağlam bir duvardı, hiç geçit yoktu diğer tarafa.
Duvarın dibine çöktüm yorulunca
Toprağı elledim, çimeni kokladım, içim geçmiş...

O zaman gördüm duvarın arkasını
Bir ufuk, bir deniz, bir yelkenli, biraz bulut, biraz güneş...

Duvar mı? Üstüne tırmandım...

8 Kasım 2017 Çarşamba

Kuşlar

Yüreğime kuşlar konuyor bazen, minnacık kanatlarını çırpıyorlar hararetle, kıpır kıpır oluyor yüreğim, heyecanlanıyorum...

Yüreğime kuşlar konuyor bazen, kapkara, kocaman kuşlar, tüm ağırlıkları ile oturuyorlar tam tepesinde kalbimin, kararıyorum.

Yüreğime kuşlar konuyor bazen, didik didik eşeliyorlar kalbimi, parça parça ediyorlar, parçalanıyorum lime lime...

Yüreğime kuşlar konuyor bazen, bir şarkı tutturuyorlar, bahar geliyor yüreğime, neşeleniyorum.

Yüreğime kuşlar konuyor bazen, öylece oturuyorlar, nefes bile almadan, ağırlaşıyorum, daralıyorum...

Yüreğime kuşlar konuyor bazen, rengarenk, parlak parlak güneşin tüm renkleri ile, ısınıyorum.

Bazen hiç kuş konmuyor yüreğime, hiçbir şey olmuyor, ölüyorum...

24 Ekim 2017 Salı

Görece

Görsel: Bi'kutu Mutluluk
Sabah uyandım ve yağmuru gördüm, o harika dolgun damlaların düşüşüne tanık oldum, mis gibi toprak kokusunu çektim içime... Balkondaki saksılarıma baktım, hepsinin mutluluğunu hissettim derinden, suyla yıkanmanın, suya doymanın müteşekkir halini...

Sonra durdum, oğlumu düşündüm... Birazdan evden çıkıp o yağmurda ıslanacak, otobüse yürüyecek, ıslak ayakları ile derste üşüyecek olan oğlumu... Tabii ki onun gibi ıslanacak, başına bir dam bulamayan pek çok insanı...

Çiftçileri düşündüm, bir kısmı hasattan önce yağmur için dua eden, bir kısmı ürünü bozulmasın diye yağmur yağmadan hasat etmeye çalışan çeşit çeşit çiftçiyi...

Hayat baktığın yerdedir... Ne kadar farklı yerden bakabiliyorsan o kadar geniş bir hayat yaşıyorsun... İster mutfaktan yükselen kek kokusu ile pencere kenarında kitabını oku, istersen yağmur altında zeytin toplamaya çalış... Hayat baktığın yerdedir.

Bir Yaprak

Bir yaprak aldım elime yerden, bir sonbahar yaprağı, sarı, hatta kahverengine çalıyor biraz, yerde sürükleniyordu oradan oraya, aldım elime, baktım... Bir çınar yaprağı, geçmişten kalan bir yaprak, yenilenme zamanı geldiğinde arkada bırakılmış... Bir zamanlar dolu dolu yaşanmış eski bir aşk hikayesi gibi bir yaprak... Mutlu bir aşk hikayesi, sevgi dolu, güzel anıları olan bir aşk hikayesi... Ancak vakti dolmuş, yaşanmış ve bitmiş...

İşte bu nedenle geride bırakmak gereken bir yaprak bu, onarmaya kalkmanın anlamı olmayan bir aşk hikayesi gibi işte... Yeşile boyayabilir misin yeniden sararmış o yaprağı, ağaca yerine takabilir misin yeniden, sanki hiç sararmamış gibi...
Kabul etmek lazım, bittiyse bitmiştir, geriye dönük yaşanmaz hayat... Oradan aldığımız bir tatlı hüzün ile devam etmek lazım...

İşte böylece bıraktım elimden o kadim sonbahar yaprağını...

16 Ekim 2017 Pazartesi

Belki...


Kapı, kapı, kapı...

Baktığım her yerde kapı görüyorum... Yepyeni maceralara hazırım sanırım, ama kapıya gidemeyecek kadar tembelim... Evren bana sürekli kapıyı gösteriyor...

Git kapıyı aç...
- Açmam, açamam...
Neden?
- Yerimden kalkmaya üşeniyorum...
Kapıyı açmazsan senin için hazırlanan sürprizleri bilemezsin ki... Hiç merak etmiyor musun?
- Bilmem, belki...

Belki, evet, belki...

Bir son söz olarak "BELKİ"...

Yani hep sürüncemede hayat, ne kapıyı açmaya gücü var, ne de kapatmaya cesareti...

Eeee?
- Belki...

Hadi oradan... 

23 Eylül 2017 Cumartesi

Hiçliğin Uzun Parantezleri

Neyi gözden kaçırıyorum?
Kimim ben?
Demin ne düşünüyordum?
Birşey söyleyecektim, çok da eğlenceliydi, dilimin ucunda...

Sen kimsin?
Ne istiyorsun benden?
Nasıl yardımcı olabilirim sana? Yoksa ben mi istemiştim yardımını?

Bu üstümdeki kıyafetler kime ait? Bu eller? Kırışmış biraz, bazı lekeler var üstünde, hatırladığım bana ait değil.

Bazen saçlar yapışıyor yüzüme, tanımadığım bir kadına ait gri-beyaz saçlar, uzun olmalı, yüzüme yapışacak kadar uzun...

Simsiyah kısacık saçlarım var benim, ipekliden rengarenk elbiselerim, kırmızı kalem topuk iskarpinlerim... Kırmızı da bir rujum olacaktı, kan kırmızı, onu arıyorum bazen aklıma gelince, hiçliğin uzun parantezlerinde...

20 Eylül 2017 Çarşamba

Duvar



Zordur insanın kendi duvarlarını yıkması... Öncelikle farkında olması gerekir o duvarların... Bilmiyorsa eğer, akvaryumun içindeki balık gibi yüzüp durur kendi sınırları içinde...

Gel gör ki, bir defa duvara toslamayagörsün insan... O zaman da hayat o duvardan ibaret olur sanki... Her daim bakar, sırıtır karşısında...

Bazen, bazıları, farkında olmakla birlikte duvarın, nasıl kurtulacaklarını bilemezler... Bir süre sonra yorulur yürekleri, yoklamaktan vazgeçerler... İşte o zaman roller başlar hayatın içinde, sahte hayatlar... Yokmuş gibi yaşarlar o duvarlar, kıyısına kadar gelip değmeden geçmekte ustalaşır insan bir süre sonra... Mutluymuş gibi, özgürmüş gibi, severmiş gibi... Hatta inandırır kendini seçimlerini yaşadığına...

İnadına alışamaz kimi de, bir çare arar durur duvarları yıkmak için, kimi zaman kafasını vurur duvarlara, kimi zaman kenarından yontar. "Rahat mı batıyor sana, beğenmediğin nedir, herkes senin gibi bir hayat yaşamak için çalışıyor, insan şükretmeli" en sık duyduğu sözler olmaya başlar...

Ama zamanla bir ışık sızmaya başlar yıpranan yerlerden, bir ferahlık hissi... Bir umut... Denemeye devam... En azından bir pencere açana kadar...


13 Eylül 2017 Çarşamba

Oyun

Fotoğraf: Utku Mersinli
Yıllarca "hayat bir oyun değil" diye kandırdılar bizi, hep ciddi olmamızı istediler... Oysa hayat dediğin bir oyun, eğlenmek için buradayız... Düşünsenize eğer eğlenmiyorsak ne işimiz var, neden bu kadar sıkı sıkı sarılıyoruz ki hayata?

Çocuktuk bir zamanlar, oynardık, ne çok oyunlar oynardık, ne oynardık, hiç hatırlamıyorum... Ama çok eğlenirdik, onu iyi hatırlıyorum... Akşamın sonuna, gecenin dibine kadar oynardık. Eve çağırırlardı sokaklarda koşarken girmesek diye diretirdik... Pazarlıklar, pazarlıklar...

Dışardan bakan birisi için deli deli koşuyorduk belki de sadece, ama biz ne oynuyorduk kim bilir? Arada düşüyorduk, dizimiz kanıyordu bazen, yaraya şöyle bir bakıp koşmaya devam...

Çadırlar kuruyor, saatlerce evcilik oynuyorduk, sahne yapıyor şarkılar söylüyorduk apartman sahanlıklarında...

Sonra bir saçmalık geldi üstümüze, belki de bir virüs? Oyun oynamayı bıraktık birden... Unuttuk hatta nasıl oyun oynandığını, büyüdük... Artık ciddi olmamız gerekiyordu

"Hayat bir oyun değil çünkü"

Hadi oradan, eğer eğlenmeyeceksek eğer, ne işimiz var bu hayatta?

HATIRLA

5 Eylül 2017 Salı

Yalnız

Fotoğraf: Scala Scaminia - Midilli

Uzaktaydım, yaklaşıyordum adım adım, buraları keşfetmek için geliyordum... Bir anda gördüm seni orada, öylece bekliyordun, kimi? Beni mi?
Gitmek istemiyordun, orada öylece kalmak istiyordun, belliydi bu. Yine de yalnız kalmaktan hoşnut değildin. Temiz ve iyi görünmene rağmen, yıpranmıştın hayattan, belliydi yüzeyde olmasa da içinde taşıdığın yaralar... Yemyeşil çimenler yerine o boz toprakta yatışında bir şeyler vardı bana beni hatırlatan... Uzaktan bakıyordun birbirine meyletmiş ılgın ağaçlarına, kendine benzer bir yan arıyordun onlarda, bulamıyordun belli ki... Nazlı nazlı sallanan dallarına bakıp iç geçirsen de gönlünün kırgınlıkları engel oluyordu burnunu onlardan yana çevirmeye...

Biliyorum, kendimden biliyorum... Kırgınlıklarına sarınıp yine de bir umut bekleyen, hala bekleyen, ama geleni göremeyecek kadar yaralı yüreğimden biliyorum.

26 Ağustos 2017 Cumartesi

AN'da

Çok mu gürültülü sence dışarısı... İçindeki sesi dinle... Belki de içinde duyulmak için çığlıklar atan biri vardır? Çok mu telaşlı etrafındaki insanlar? Kim bilir sen nelere telaş ediyorsun içinde?

"Doğaya dönüş" diyorsun, doğaya dönmek için dışarı çıkmaya gerek yok ki, sen zaten doğanın bir parçasısın... Dışarısı sadece sana seni hatırlatmak için var...

Benim bir ağacım var, taa Kara Orman'da... Millerce uzakta benden... Bir defa sarılmıştık, bir OL'mak niyetiyle sarılmıştık birbirimize, VAROLUŞ'umuzu paylaşmıştık bir AN... O andan itibaren ağacım hep benimle... Çünkü BİR olduğumuzu hissettik biz, bağımızı fark ettik. Artık o hep benimle, ne zaman fark edersem benimle, gözümü kapattığım, yüreğimi açtığım ANda benimle...

Çünkü hayat bir AN ve o da bu AN...

25 Ağustos 2017 Cuma

Pencere

"Yeter ki gün eksilmesin penceremden" der, Necati Cumalı... "Pencere, en iyisi pencere..." der Orhan Veli... Bir ev imgesi varsa aklınızda, bir yuva imgesi yüreğinizde, mutlaka bir pencere imgesi de vardır içinde...

Bir evi yuva yapan nedir? Perdeler mesela, mutlaka perdeleri vardır yüreğimdeki ev imgesinin, şirin çiçekli perdeler ya da renkli, çizgili olanlar... Bir soba, bir ateş mutlaka vardır o evin içinde, sıcak olmalı, aydınlık olmalı yuva...

Bir koltuk, bir pencere... İkisi bir aradaysa üçüncüsü mutlaka kitaptır... Bir arada düşünmeye ne kadar şartlanmışız nesneleri... Ev-pencere; yuva-soba; kitap-kahve...

Oysa bazen bir sıvalı duvar, bir eski koltuk, yüreğime açılan pencere...

24 Ağustos 2017 Perşembe

Kapı

"Bu renk var ya, kalbimin incecik bir teline dokunuyor", dedim fotoğrafı görür görmez... Eflatun bir deniz ile sarmalanmış eski bir taş bina, kadim bilgilere açılan bir kapı sanırım karşımda duran...

Gözlerimi kapadım, tam karşısına geçtim kapının... Biliyorum, bir tokmağı, bir kulbu yok zaten... Yüreğimin telini titreterek açmam gerek kapıyı, yoksa eflatun olmazdı çiçekler...

Derin bir nefes aldım, tuttum, verdim... Dinledim, birinci adım, dinledim, yaprakların hışırtısını, eflatunun içindeki yaşamı duydum, kertenkeleleri, serçeleri, minicik böcekleri, sincapları, bir ağaçkakan vardı sanki yakında, tık-tıklarını duydum...

Derin bir nefes aldım, tuttum, verdim... Kokladım, ikinci adım, kokladım baharın tazeliğini, toprağın nemini, gövdenin odunsu kokusunu, yaprakların miskini kokladım... Sanki bir de tilki ziyaret etmiş yakın zamanda, kürkünün kokusu geldi burnuma...

Derin bir nefes aldım, tuttum, verdim... Tenimde hissettim üçüncü adım, rüzgarın nefesini saçlarımı tarayan, taşların sertliğini, derzlerin gözeneklerini, yılların yıpranmışlığını kapının üstünde, tahtanın oymalarını...

Derin bir nefes aldım, tuttum, verdim... Tadına baktım dördüncü adım, yaprakların tuttuğu sabah çiğinin, rüzgarın taşıdığı deniz tuzunun, hatta kapının üzerindeki reçinenin tadına baktım, ellerimin, dudaklarımın...

Derin bir nefes aldım, tuttum, verdim... Beşinci adımı atladım, görmeme gerek kalmamıştı çünkü... Biliyordum artık... Ben KAPI oldum...

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Tebessüm

Kapına leylaklar bıraktım bugün, dedim ki, belki sabah uyurken burnuna bir koku çarpar, rüyanın bir parçası olur o koku, gülümsersin uykunda, belki beni hatırlatır sana, giriveririm rüyana belli mi olur...

Sanki mutluymuşuz gibi hatırlarsın beni, dudağındaki tebessümden anlar pencerenden süzülen meltem, haber verir bana...

Göremiyorum seni, uzaktan bile bakmamı istemediğini biliyorum... Gördüğün deniz ile, aldığın nefes ile yetiniyorum... Senin kokladığın leylak benim nefesime işliyor...

Yalnız ölmek istediğini biliyorum, o nedenle bir kedi bile almadın yanına, kendi çileni bir tek kendinle çekiyorsun. Saygı duyuyorum, yine de her sabah o mis kokulu çiçekleri bırakıyorum kapına... Dudağında benden bir tebessüm ile veda et istiyorum hayata...

22 Ağustos 2017 Salı

Kafamda

Ev dağ başında, eski, belki 19. yüzyıldan kalma, taş bir bina... Adı bile var, evin adı. Günümüzde bazen ölen çocukların adı olmuyor, o evin adı var, düşünün...

İçinde eşyalar, eski ve tozlu, ama asla yaşlı değil... Kitaplar, her yerde, bir kütüphanesi yok evin, yerlerde yığın yığın kitaplar... Belli ki birisi yaşamış burada, okumuş, aramış, planlar yapmış... Kitapların yıpranmasından değil, bilgilerin yıpranmasından çekinmiş daha çok... Kütüphaneler okuyacağına, ben okuyayım demiş... Öyküler, öyküler yaşamış, birinden diğerine atlamış... Belli ki kafası karışık biriymiş... Hani bir şey anlatmaya başlar, sonra durur, "bak göstereyim" der, bir kitap yığınına yürür, birini alır, karıştırır, bırakır bir yana, alttakine bakar, başka bir yığına yürür sonra... Eğilir, en alttan bir kitap çeker, okumaya başlar, okurken kendini unutur bir kere, sizi de unutmuş çok mu?

"Bir şey anlatıyordunuz" demeye çekinir insan, çekinir düpedüz, varlığının artık kalabalık olduğunu anlar... Başka bir dünyaya gitmiştir çoktan adam, o kitabı yaşıyordur şu anda... Size düşen usulca çıkıp kapıyı da ardınızdan kapatmak, rahatsız etmeyi aklınızdan bile geçirmezsiniz...

Sonra, sonra bir gün ölüverir adam... ardında bir tek tanık bırakmadan o kafanın içindekilerden...

17 Ağustos 2017 Perşembe

Tas

"Aynı hamam, aynı tas" diye bir laf vardır ya, çok üzer beni her duyduğumda... Her zaman çalışan, emek veren, azmeden insanları gördüğümde söylerim, emeğinin karşılığını almak, alabilmek çok mutluluk verici. Hatta hayattaki tek sahici mutluluk bu olsa gerek... İşte "aynı hamam, aynı tas" da bunun tam tersi... Uğraşırsın, didinirsin, bir yerden bir yere getirirsin, sonra bırakırsın ucunu, bir anlık bırakırsın, başka bir yere kayar dikkatin. Bir an sonra geri dönersin bir bakmışsın ki aynı hamam, aynı tas, bir arpa boyu yol gidememiş meğer, sen taşıma su ile döndürmüşsün değirmeni bir süre...

Pir Sultan Abdal'ın bir türküsü var, bilirsiniz, der ki, "Emek zay' olmadan sızlar mı yürek..." Dinlemek lazım arada türküleri, hikmetini düşünmek lazım...

Cümlenin muradı ise dünyada cennet, yürek vererek, emek vererek, ter dökerek elde ettiklerimizdir bize kalanlar...

Eliniz, yüreğiniz dert görmesin, emekleriniz zayi olmasın, dilerim...


14 Ağustos 2017 Pazartesi

Kim

Görsel: www.ofpof.com
Kim böyle bir şey düşünürdü ki? Aklıma bile gelmezdi... Gayet de mutlu görünüyorlardı oysa buradayken, usulca yanaşmalar, kaçamak bakışmalar... Bir kahkahaları vardı, hani başını şöyle eğersin yana da, elin de dizine çarpar gayr-i ihtiyarî, saçların hafiften savrulur kahkahanın etkisiyle... Sonra bir perçem düşer yanağına, adam bir parmağı ile düzeltir saçını hani, yanağına değmemeye çalışarak, ama aslında değmenin getirdiği o gerilim ile... Bilirsiniz canım o kahkahaları...

Kimsenin aklına gelmemişti buradan ayrılır ayrılmaz ayrı yollara doğru gidecekleri... Hani tamam, belki evlenmeyebilirlerdi, o daha uzun bir süreç, ama yolları sadece kesişmemiş de bir süre paralele gidecekmiş gibiydi...

Yazık, çok yazık olmuş... Şimdi bir ömür boyu o "BELKİ" kalacak akıllarında... Yanağa değemeyen o parmak havada kalacak bir ömür boyu... "Ya değseydi..." diye başlayan tüm o hayallerde...

Yaşanmamış bir aşkın öyküsü bu...

14 Temmuz 2017 Cuma

Sarı

Görsel: http://www.aysetolgaiyiyasam.com
Gençliğimden bir şarkı aklımda, çok eskilerden... "Güneş bile yasak..." Düşünebiliyor musunuz? Sarı yok hayatınızda, hatta Sabahattin Ali'nin dediği gibi "Deniz gibidir gökyüzü" bile yok, mavi yok... Nasıl olur? Nasıl vazgeçer insan güneşten, denizden, gökyüzünden? Yüreğim burkuluyor düşününce, en iyisi düşünmemek... Ama düşünmeden de olmuyor ki, dilime dolandı işte şarkı... "içim sarı-sıcak..." Demek ki, güneş yoksa, sarı yine de olabiliyor... Deniz yoksa maviler eksilmeyebiliyor...

Demek ki bu bile seçim...

Kim bilir?

13 Temmuz 2017 Perşembe

Kusur

Kusurlarını saymayı bırak, boş ver onları, hepimiz küfemizle geliyoruz dünyaya... Takma fazla, hani yeniler diyorlar ya, "çok da şeetme bence". Sen güzelliklerini say, sev kendini... Yok ama, öyle kibirlice değil, farkında olarak, tatlı tatlı sev... "Oh, ne güzel laf giydirebiliyorum" diye sevme de, "şu benim çabuk öfkelenen, öfkelendikçe taşıp deviren mizacım, yeterince uzaktan bakınca sen bile güzelsin" diye sev...

Küçükken o saçları yanmış, tek gözü artık kapanmayan, hırkası sökülmüş, ama senin olan, seninle olan bebeğini nasıl seviyorsan öyle sev kendini... Yüreğinle sev, kelimelerinle değil... Hırpalama, ama bil hırpalanmış yerlerini... Örtme üstünü, ama kabuğunu da kaşıma...

Güzelliklerini de gör, kocaman yüreğini, yüreğindeki coşkuyu, yeni başlamanın sevincini, eskiden beri sürdürmenin güvenini, seni iyi hissettiren yerlerini de gör...

Kusurlar nedir ki, yaprağı eksilmiş bir papatya daha az mı güzel?

4 Temmuz 2017 Salı

Sessizlik

Görsel: http://www.fotokritik.com/2378465/sessizligin-sesi
"Sessizlik çok hoş, motor gürültüsünden uzak olmak" diye başlayacaktım bu yazıya aslında... Ama asıl seslerin o motor gürültüsünden uzaklaştığınızda duyulduğunu söylemek istiyorum... Asıl sesler, yani doğanın sesleri... Kuşların cıvıltıları mesela, rüzgarın yapraklarla dansının tatlı hışırtıları, dalgaların minik çakıl taşlarını okşayışı, o pıt pıt ayak sesleri sincabın ağaca tırmanışı olsa gerek... Bu devamlı mırıltılar ağustos böcekleri mi yoksa çekirgeler mi?

İşte tüm bunları es geçip sessizlik diyoruz ya buna, en tuhaf hallerinden biri insanoğlunun ya da insankızının...

Sessizlik nedir? Neden buna sessizlik diyorum? Çok basit, çünkü tüm bu seslerin içinde de olsam, kendi sesimi duyabiliyorum, beni, Bahar'ı...

Duyduklarım pek hoşuma gitmiyor başlarda... Biraz vır-vır, biraz dır-dır... Yine de dinliyorum onları... Ne diyor, ne istiyor, anlamaya çalışıyorum...

İlk başlarda hoşuna gitmiyor dinlenilmek... O nedenle harekete geçmeye zorluyor beni... "Hadi kalk, daha yemek yapacaksın.", "Çamaşır bitmiş midir? Asmak lazım, kalk, hadi git bak.", "Sonra boş zamanım yok diyorsun, işte sana fırsat, hadi biraz kitap oku, kalk, git al kitabını"...

İşte o zaman inat ediyorum, kalkmıyorum. "Burada kalıyorum" diyorum o vıdıvıdıcıya... "Beklesin biraz işler.", tam aradığım BOŞ vakit bu işte... "Anlat bakalım, daha ne var, ne yok? Memnun musun halinden? Uzun süredir konuşamadık."

Sonra çözülüveriyor, başlıyor anlatmaya, neler neler... 

23 Haziran 2017 Cuma

Güneş

Güneşi sevdiğimi bilmezdim ben aslında... Hani derler ya "denizi görmeden yaşayamam" ya da "mutlaka yemyeşil olmalı benim yaşadığım yer"... Bazıları "İngiltere'de yaşayamam ben" der, sürekli yağmur yağdığı için... Bunların hepsi mitti benim için... Gerçekliğinden şüphe duyduğum, bir roman sayfasından okur gibi geçtiğim laflar...

Sonra bu sene, saatler ayarlanmadı yaz saatine... Her sabah, her sabah karanlığa kalktık aylarca... Çocuklar karanlıkta gittiler okullarına... Öğlene kadar neredeyse ışık yaktık işyerinde aydınlık olsun diye... Sabah güneşi görmeden yola çıktığımız için akşama kadar farkında olamadım günün...

Anladım ki, ben güneşi görmeden çok zorlanıyorum... Tamam "güneşi görmeden yaşayamam" gibi büyük laflar etmeyeceğim, yaşarım, yaşarım ama, Nazım'ın dediği gibi güneşle bir başka yaşarım...

Böyle işte, insan yaşamadan anlayamıyor yaşamak, kaliteli yaşamak için neye ihtiyaç duyduğunu... Ya hiç bilmeyecek ve razı olacak, ya da onu kaybetmemek için elinden geleni yapacak...

"Allah gördüğünden geri bırakmasın" ne güzel bir dua...

22 Haziran 2017 Perşembe

Böyle

Bir Tomurcuk - Bir Filiz Fotoğraf: İsmail Öz
Böyle böyle olacak işte... Bir adım, bir adım daha... Başlamadan ilerlemek mümkün değil... Alışmak, anlaşmak için adım atmak lazım... Minik minik...
Bir anda ne olmuş ki hayatta büyük patlama hariç, ki onun da olup olmadığı meçhul... Tamam, Orhan Veli "Her şey birden bire oldu" diyor, ama ben gözümle gördüğüme inanırım... Olmadı benim hayatımda hiçbir şey birden bire... Önce bir tohum vardı, ektim, suladım, sonra filizlendi... Korudum, kuşlara yem olmasın diye sakladım... Büyüdü sonra biraz daha... Kış geldi, durdu büyümesi, birkaç yaprağı sarardı hatta... Sonra düştü o yaprakları, bir dal kaldı kupkuru... Sonra kabardı o dalın uçları, su yürüdü dallara... Bahar yakın dedim içimden... ve bir sabah, bir baktım, patlamış o tomurcuk... Pespembe açıvermiş çiçeğini...

Eğer takip etmesini bilmiyorsan, eğer emek vermiyorsan, eğer dikkat etmiyorsan, belki senin için birden bire olabilir her şey...

Ama benim için adım adım, emek emek...

B/öyle...

14 Haziran 2017 Çarşamba

Saksı

Görsel: http://www.gulipeksanat.com
Özlemediniz mi siz de o köy evlerini... Hani pencerelerinin önünde sıra sıra saksılar, kiminin içinde mis gibi sakız sardunya, bir kısmında karanfiller, uzun vita tenekelerinde kimi, güller daha büyük olanlarda tabii ki...

Bazıları öyle paslanmaya bırakır da tenekeden saksılarını, bazıları rengarenk boyar yağlı boya ile. Bilir misiniz, o teneke saksılarda çiçeklendiği gibi çiçeklenmez plastik balkonlarda kedi tırnakları, petunyalar sarkmaz saksılardan... Sırrı yağda mıdır, tenekede mi bilinmez...

Bir de yumurta kabukları vardır illa ki... İncecik delinip içi akıtılmış, bir sopanın ucuna ters çevrilip takılmış, besin olsun diye mi süs olsun diye mi anlaşılmaz... Tepedeki kabuğun bitkiye ne faydası dokunur bilinmez...

O iki duvarın arasında bir masa, üstünde muşambadan bir örtü, eskimiş, yıpranmış köşeleri, her gün kaç defa silinmekten rengi kaçmış, ama tertemiz, üzerine düşen çiçek tozlarından gayrı... Uyarına geldiyse tepesinde bir de çınar gölgesi... Yoksa illa ki bir asma tutturulmuş, bak, birkaç üzüm salkımı belli olmaya başlamış bile... Toplasak mı bir avuç yaprak? Küçük bir tencere sarma sarsak... İyi gider bu mis kokulu açık havada...

13 Haziran 2017 Salı

Dal

Bahar dallarını sever misiniz? Hani sair zamanda sıradan bir bitkidir, fark bile etmezsiniz pek çok rengarenk çiçeğin arasında... Sonra kış geçer, bahar gelsin artık diye düşünmeye başlar insan... Soğuklardan, kapalı havadan tükenir, ağaçların dalları çırılçıplak, tek tük kalmış birkaç kasımpatı belki, başka çiçek yok, renk yok etrafta... Derken bir sabah bir bakarsınız, o alalade bitki bir bahar dalına dönüşmüş... Pespembe çiçeklenmiş... İşte, bahar gelmiş, ağaçların dallarına su yürümüş fark edersiniz bir anda... Leylaklar tomurcuklanmış... Fulyalar, sümbüller görmeye başlarsınız sokak satıcılarının sepetinde...

Yine de en önce bahar dallarını görürsünüz... "Bitti" diye göz kırpar size... "Nadas mevsimi bitti, dinlenme zamanı bitti, şimdi çiçek açma zamanı, tohum olmak güzeldi, ama artık filiz vermek zamanı..." ve bilirsiniz... meyve verme zamanı da gelecek...

12 Haziran 2017 Pazartesi

Şölen

Afiyet olsun, senin için kuruldu bu sofra... Tam bir şölen, hem göze hem damağa hitap etmek için düşünüldü her şey... Tabaklar rengarenk meyvelerle süslendi... Bak, mavi eksik kalmasın diye süsenler, ortancalar, hatta unutmabeni çiçekleri doldurdu vazoları... Yemyeşil salatalar, kıpkırmızı domatesler, sapsarı mısırlar... ya kokular, kokuları da unutmamalı... Mis gibi, daha kapıdan girdiğinde ağzını sulandırıyor insanın...

Ama neylersin, insan olmadı mı neylersin şöleni? Dostlar sofrası kurdun mu kalplere, her masa şölen, bilmez misin?

İşte o yüzden tüm dostların da toplandı bu gece... Paylaşmak için... Tüm o şölen, gözü ya da mideyi değil yüreği doyurmak için...

Hoş geldin...

7 Haziran 2017 Çarşamba

Kayıp

"Kayıp zamanın izinde" demiş ya Marcel Proust, titizlikle takip etmek lazım zamanımızı... Çünkü kaybetmek işten bile değil... Elimizden uçup gidiyor, incecik kum gibi... Zamanımız, en değerlimiz... Ahlar, vahlar ile, dünler, pişmanlıklar ile geçiyor... Keşkeler, temenniler ile, yarınlar, planlar ile geçiyor...

Her ne yapıyorsan yap, aşk ile yap diyorlar... Zamanın peşine de aşk ile düşmeli... Çünkü AŞK varsa AN var... Ancak aşk varsa farkında insan yaşadığının... İnanmazsanız şöyle bir bakın... TUTKU ile yaptığınız işlere bakın, bir çocuğun gözlerine bakın... Merak ile yeni bir işe sarıldığınız günlere bakın, heyecan ile araştırdığınız, keyifle tartıp biçtiğiniz zamanlara...

AŞK varsa, AN var, işte o zaman KAYIP zaman yok...

"Bitse de gitsek" diyorsan eğer, AŞK çoktan gitmiş... Zamanı da boşuna arama... kayıp gitti bile...

2 Haziran 2017 Cuma

Hoş geldin...

"Hoş geldin" deyince aklıma hep şiirler gelir... "Kesilmiş bir kol gibi omuz başımızda duruyordu boşluğun..." ya da "yüreğinle yüreğime hoş geldin..." der gibi...

"Hoş geldin" deyince aklıma hep çay gelir... Oysa ayıpmış bilir misiniz biri gelir gelmez çay teklif etmek... Hemen git demek gibi olurmuş, anneannem söylemişti... Ben hiç öyle düşünmemiştim... Çay vereyim de sohbet hemen başlasın isterdim, bir çay daha sonra, bir çay daha... Hoş geldin... Özledik, gözledik... Belki biraz olgunlaştık, ya da ustalaştık biraz... Ama bekledik, emin ol, her anı bilerek bekledik... Sayılı gün çabuk geçmedi işte dışardan göründüğü gibi olmadı... Bir kor gibi bekledik, alevini almak için sabırla içimizde taşıdık yangını...

Yokluğun cehennemin öbür adıydı, dışımızda güller açsa da... Özledik, gözledik... Geçen günleri fark etmedik belki, ama her geçen saniyeyi saydık...

Hoş geldin, ben bir çay demleyeyim...

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Gürültü

Çok fazla bana bu gürültü, kaldıramıyorum... Her dakika başka bir ses... Kulaklarımı tırmalıyor tüm o sesler, yoruyor beni... Kafamın içinde yankılanıyor, çığlık çığlık... Kuşlar, kuşların çığlıkları ön planda... Çeşit çeşit... Kimi tiz, kimi pes perdeden... Susmuyorlar...

Leş bulmuş avını didikleyen kargalar, sanki kendileri yetmezmiş gibi, bir de arkadaşlarını çağırıyorlar... Martılar hızla pike yapıyor üstlerine... Bir kavga, bir kıyamet...

Hele koku, o koku en dayanılmaz olan... Çürümenin kokusu... İnsan alışır sanıyor, zamanla duymaz olur sanıyor, ama ne mümkün... Unutturmuyor kendini, ağır leş havası... Görmesem de biliyorum oradalar... Tek başıma ne kadarını gömebilirim ki... Bunca ceset, yığın yığın... Gözlerimi oyduğumda, unuturum sanmıştım oysa, burnumdan, kulaklarımdan atamıyorum ki, kafamdan atayım...

Bir ben, burada, ölümümü bekliyorum...

- Last man on earth -

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Bırak

Bırak, bırak... Bütün yüklerini şöyle bırak köşeye... Maskelerini de çıkart, sıyır üstünden bir bir... Ünvanlarını da koy yanına... Rollerin var bir de, onlar da girmesin kapıdan içeri...

Beni dinle bak rahat edeceksin, bir bir bırak söylediklerimi, sokma bu kapıdan içeri...

Kırgınlıklarını, küskünlüklerini bırak...

Keşkelerini, dünlerini bırak...

Bak bu dediğim en zoru gelecek... Umutlarını, beklentilerini, yarınlarını da bırak... Erteleme hiçbir şeyi, bugün yapabildiklerini bugün yap... Zamanın ne getireceğini bilemezsin çünkü...

Sımsıkı tuttukların neler? Neye sarılmışsın en çok? Öfken mi? Kaygın mı? Sevgin mi? Onu da bırak... Korktun mu bırakmaktan... Korkularını da bırak...

Çırılçıplak girmeni istiyorum bu kapıdan içeri... Başka türlüsü mümkün değil zaten... Ölüm kapısı bu, çok dar...

5 Mayıs 2017 Cuma

Evlat yetiştirmek

Sosyal medyada zaman zaman gündeme geliyor, "bir kızı olmalı insanın..." ya da "bir oğlu olmalı insanın..." diye başlayan, insanların zihinlerinden geçeni, akıl süzgecinden geçirmeden, kalp gözüne indirmeden yazdıkları yazılar...

Okudum, düşündüm, ben nasıl istiyorum acaba dedim, bakalım yüreğimden ne dökülecek, bırakıyorum...
------

Bir evlat yetiştirmeli insan... Kendi ayaklarının üstünde durabilen... Kendi parasını kazanabilmenin değerini, kazandığı parayı harcamanın keyfini anlayabilen... Emeğe saygı duyan, hakkını arayabilen...

Bir evlat yetiştirmeli insan... Saygı, terbiye kelimelerini unutmadan kendini ezdirmeyen, tepkisini kaybetme korkusu duymadan söyleyebilen... Her tartışmanın, her anlaşmazlığın ayrılık anlamına gelmediğini bilen...

Bir evlat yetiştirmeli insan... Ev işlerinden korkmayan, hayatı sürdürmek için gerekenlere cinsiyet ayrımı koymayan... Yardım etmek kadar yardım istemeyi de bilen... Başkalarının yaptıklarını, davranışlarını değil kendi hayatını sahiplenen...

Bir evlat yetiştirmeli insan... Sıkılmayı da kendini eğlemeyi de bilen... Çalışmak kadar dinlenmeye de önem veren... Ne görev adamı - ne keyf ehli, illa gerekiyorsa ikisinin dengesini kurabilen...

Bir evlat yetiştirmeli insan... "Bana ne" diyeceği zaman ile "sana ne" diyeceği zamanı karıştırmayan... Duygularını bilen,dinleyen, yüreği ile bağını kopartmamış... Düşünmeyi, sorgulamayı, yeniden değerlendirmeyi bilen. Gerektiğinde dediğinden geri adım atmayan, gerektiğinde ikna olmayı bilen...

Bir evlat yetiştirmeli insan... Sevmeyi, sevilmeyi, incinmeyi bilen, hata yapmaktan çekinmeyen, ama hatalarını değerlendirebilen...

Özetle dengeyi öğretmeli insan evladına, durumsallığı, hayatta hiçbir şeyin garanti olmadığını, yine de güvenmeden yaşanamayacağını... Bağımlı değil, bağlı olmanın değerini...

Hızır

Hızır gibi yetişmesini beklerdim, oysa o arkasını dönüp gitmeyi tercih etti... Bütün o mimozaları, gülleri, baharın heyecanını, yazın meyvelerini paylaşmıştık oysa... O benim can yoldaşımdı, öyle sanıyordum... Birlikte bir ömrü yaşayacak, zor yolları el ele aşacaktık...

Ne büyük bir yanılgı, işler yolundayken sevdiği kadar sevildiğini sanıyor insan... Birlikte yürüdüğü kadar daha yol var önünde sanıyor...

Hızır gibi yetişmesini bekliyordum... Onun tek söylediği "kendine iyi bak" oldu oysa... Candan Erçetin söylemişti zamanında "kendime bakarım elbet, sen hiç korkma..." (Saçma - Söz: Mete Özgencil)

Bana senin bakmanı isterdim ben... Boynumdaki kolye, elimdeki leylak olmanı... Erguvanların altında yaşadığımız aşkı, kasımpatılarla taçlandırmanı...

Ne çok hayallere kapılıyor insan... Hayatı aşktan ibaret, aşkı hoş jestlerden ibaret sanıyor... Tomurcukları çiçeğe dönünce sonbaharı unutuyor...

"Gençlik işte" deyip geçemeyeceğim... Ben her bahar biraz genç, ben her bahar biraz deli... Hızır belki başka baharda gelir...


4 Mayıs 2017 Perşembe

Kadeh

Nişantaşı'nda bir apartman, daracık bir girişten antika bir asansörle çıkılan 4. katta... Hani kapı açıldığında köhnelik çarpan evlerden biri... yaşlanmış, içinde yaşayanlarla ve tüm eşyalarıyla birlikte yaşlanmış bir ev... En son ne zaman yeni bir eşya girmiş içine, o bile unutulmuş... O kadar yaşanmamış ki yakın zamanda, danteller kolalanmış haliyle kaskatı duruyor, bir kısmı da tozdan sertleşmiş oysa... Kola mı kaldı artık, cancazım... Eskidenmiş o sakız gibi yıkanmış örtülerin kolalanıp gerdirerek serildiği zamanlar...

Yaşlı, ama sanki hiç yaşanmamış gibi dedim, dedim ama, o büfe ayrı...  Cam büfenin yanına yaklaştınız mı bambaşka bir hayat görüyorsunuz içinde... İncecik kristalden yanar döner renkli likör kadehleri, eskiden belki siyah-beyaz olan ama artık sarı-kahve genç kız fotoğrafları, gülen yüzler, dans eden bedenler... Başlı başına kendi hayatı var o büfenin resmen... Odadaki yıkanmamış ince belli çay bardaklarına inat, ince Çin porselenleri, bir zamanlar özenle parlatılmış ama artık leke leke çatal-bıçak seti, kristal kadehleri ile bambaşka bir zamana işaret eden bir hayat...

İşte geldik gidiyoruz...

13 Nisan 2017 Perşembe

Yeni

Yepyeni kırmızı pabuçlarım var benim, ruhum gibi kırmızı... Heyecanlı, tutkulu, kıvrak... Dans etmeyi seviyor ruhum, pabuçlarım da tam buna uygun... Kırmızı, hayat dolu, canlı, hareketli...

Yok, öyle hanım hanımcık oturup duramam ben... Kıpır kıpır içim... Kırmızı pabuçlarımı giyer atarım kendimi sokağa... Kah bir sincap ile çıkarım ağacın tepesine, kah bir köpekle yarış yaparım sokakta... Ama en çok kuşlarla cıvıldaşırım... Gülüşürüm kedilerle...

Bilir annem, giydirmez bana o beyaz dantelli pembe elbiseleri, çamur içinde dönerim eve... Yine de pabuçlarımı giyer kaçarım evden... Kırmızı benim ruhumda çünkü, ayakkabılarım da yeni... Yepyeni... Kıpkırmızı...

Kızacaksa annem bana döndüğümde, onun da ruhu kırmızı...

12 Nisan 2017 Çarşamba

Saat

Saatim yok, tam olarak bilemem, ama belki de akşam olmuştur... Uzunca bir süre olmuş gibi geliyor bana... Belki de 10 dakika bile olmadı... Zaman kavramımı kaybedeli çok oluyor... Böyle ellerim kucağımda oturuyorum işte bir süredir. Arada uyuyakaldım sanırım biraz da... Pencereler sıkıca örtülü her zaman, güneş dokunuyor çünkü bana... Hasta ediyor beni... İçimden oyunlar uyduruyorum bazen, kafamın içinde resimler çiziyorum mesela... Mor bir kuş çizdim ilk önce, ağzında kocaman bir ağaç vardı, upuzun dalları olan bembeyaz bir ağaç, ağacın üstünde evler vardı minik minik, her biri başka bir renk, perdeleri kapalıydı onların da, kırmızı, yeşil, mavi, rengarenk çiçek çiçek perdeler... Perdelerdeki çiçeklerde arılar vardı, pembe arılar, bal için öz topluyorlardı çiçeklerden, kovanlarına gidip geliyorlardı...Kovanları bir mağaranın içindeydi, buzulların orada... Kutup ayısı şaşkın bakıyordu arıların uçuşlarına... Elinde bir sepet vardı, sepetin içinde de bir kız çocuğu, oturmuş kitap okumaya çalışıyordu, sepet sallandıkça satırları karıştırıyordu ve o nedenle başka başka öyküler çıkıyordu her okumasında kitaptan...

İşte böylece geçti saatler, ama kaç saat oldu annem gideli, bilmiyorum... Belki de gelir birazdan...

11 Nisan 2017 Salı

Veda etmek

Görsel: iizmu.deviantart.com
Hiç kimse bir aşkı 
Onarmaya kalkmasın
Kaybedilmeye değer
En güzel anında
Bitirilmişse eğer

demiş Ahmet Telli şiirinde... Bir veda şiiri... Bu bahar aylarında vedaları çok düşünüyorum. Sanırım biz veda etmeyi bilmiyoruz... Güzel veda etmeyi...

Başlamayı biliyoruz, beklemeyi, sabretmeyi belki, adım adım hedefe gitmeyi, ama veda etmeyi bilmiyoruz...

Düğün dernek evleniyoruz mesela, çocuğumuzu en "iyi" okula başlatıyoruz, yeni işlerimize başlıyoruz çiçek çiçek... Ama veda etmeyi bilmiyoruz işte çoğumuz...

Boşanırken kavga gürültü, kiminde aldatma, kiminde mal davaları...

Okul biterken son günlerde okula uğramaz bile pek çok öğrenci, karneleri zar zor aileleri uğrayıp alır sonunda...

İşyerinde ayrılırken bir gıybet, bir veryansın...

Başladığımız keyifle bitirmeyi bilmiyoruz...

Bunun iki sebebi olabilir diye düşünüyorum, ya zamanında bitiremiyoruz, gereksiz yere onarıp duruyor, yamalıyor, o çatlaklara bakarak bileniyoruz; ya da kıymet bilmiyoruz, güzel günlerimizi sevgiyle anıp mutlu anlara gülümseyerek elimizi sallayamıyoruz geride bıraktıklarımıza...

Güzel veda etmeyi bilmiyoruz... Ne bıraktığımıza değerli hissettiriyoruz kendisini, ne giderken biz ağırlığımızı, hoş sadamızı bırakabiliyoruz ardımızda...

Oysa yıllar sonra geçmişin baştan çıkarıcılığı ile baktığımızda anlayacağız belki de ne kadar mutluymuşuz o sırada...

Yaşlanmalar yok artık hayatımızda, ölümler hastane odalarına taşındı... Sabrımız yok ki yaşamaya, veda etmeye vaktimiz olsun...

10 Nisan 2017 Pazartesi

Kabuk

"Kabuklarını iyice ayıkla ama", dedi annem... "Unutma, yumurtanın incecik bir zarı vardır, ağzına geldiğinde o kadar serttir ki, dişin kesmez..." Şu küçücük yumurta bile öyle dirençliydi işte... Soyması zordu... Haşladıktan sonra bile, o kaynar suyun içinde dakikalarca haşladıktan sonra bile öyle kolayca teslim olmuyordu, dağılmıyordu...

Benim kabuklarım da öyle mi acaba? Soydukça altından daha ince, ama daha dayanıklı bir katman çıkıyor? Hayatın içinde bu kadar haşlanmama rağmen, henüz kokusunu duyamadım kahvenin... Kahve dedim, evet... Suyun içinde kaynadıkça kokusunu veren kahve var ya... Ondan olmak istiyor herkes... Benim kokum çıkmıyor, bilemiyorum bu kötü bir şey mi?

Başkaları keyfimi süremiyor demek ki... Kabuklarım batıyor mu ellerine? Ağızlarında sert sert bir hüzün bakiye mi kalıyor? Yine de seviyorlar mı bu tadı? Dikenlikte biten bir tek gül misali, değiyor mu çektiklerine ellerine geçen...

Bi deyiversinler hele...

6 Ocak 2017 Cuma

Her şey olması gerektiği gibi

Görsel: http://www.kadinvekadin.net/
Tekrar baktı etrafına, düzeni kontrol etti... Her şey olması gerektiği gibiydi... Örtüler, yastıklar, perdeler... Mutfakta bütün bulaşıklar yıkanmış, yerine yerleştirilmiş, tezgah parlıyor, eviye güzelce ovulmuş... Yemekleri sabah erkenden pişirmişti zaten, uygun servis kaplarına aktarmış, buzdolabına yerleştirmiş, tencereleri yıkayıp yerine kaldırmış...

Banyo, aynasına kadar silinmiş, kireç çözücülerle ovulmuş... Çamaşırlar yıkanmış, ütülenmiş, yerlerine kaldırılırken dolapların içleri boşaltılıp tozu alınmış, kıyafetler tek tek yeniden katlanmış ve renklerine göre işlevlerine göre dizilmiş...

Dolapların tepesinin, klozetin kapağının, sandalyelerin arkasının tozları alınmış, ayakkabılar silinip boyanmış, ayakkabılığa yerleştirilmiş...

Her şey olması gerektiği gibiydi, ama yine de unuttuğu bir şey varmış gibi geliyordu... Bazen kapının aralığının tozunu alırken bir şeyin ucu geliyordu aklına, bir düşüncenin ucu, bir hayalin parçası, bir rüya kırıntısı...

Pencerenin pervazını silerken, bulaşık makinasından çıkarttığı kaşıkları, bıçakları bezle parlatırken, o eksik parçanın ucunu yakalamaya çalışıyordu, ama tutamıyordu bir türlü...

Bazen, annesine soruyordu, ya da kocasına, "eksik bir şey mi var?" diye... "Neyi unutuyorum?" diye...

Cevap hep aynı oluyordu, net bir şekilde geliyordu:

- Her şey olması gerektiği gibi...

Ne yazık ki...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...