12 Ekim 2015 Pazartesi

Zat-ı Âli

"Şimdi efendim arz edeyim, olay şu şekilde gelişti" diye başladı lafına, ayağa kalkıp bir yandan da ceketinin düğmelerini iliklemeye çalışırken... En sevmediğim tarz... Direkt yalakalık çağrıştıran, riya kokan hareketler...

Korkmuş belli, sinmiş bir şekilde, karşısındaki her an bağıracakmış gibi titrek bir hal, bir yandan ellerini ovuşturuyor, iliklemiş önünü, iki büklüm hala...

Bilir misiniz böylelerini... Birazcık güvende hissetsinler kendilerini derhal dikleşirler... Daha da iyi hissederlerse bir el cebe giriverir, sonra geniş hareketlerle öbür el sözlere eşlik etmeye başlar... O sahte kendine güven duygusu ile bu defa karşısındakini sindirmeye çalışır işte...

Etrafınıza şöyle bir bakın, nerede arkasına kaykılmış bilmişlik taslayan biri var, işte odur bu iki büklüm zat...

Siz bile demez, "sizler nasıl buyurursanız efendim, zat-ı âlinizden istirham ederim efendim" deyiverir karşınızda, döner bakarsınız arkanıza kim bu "ler" diye, Ali mi geldi diye...

Sevmem işte bu tipleri. Bir de eline erk geçti mi, eziverir mazlumu, dönüp ikinci defa bakmaz bile...

10 Ekim 2015 Cumartesi

DİNLE…

Görsel: Pinterest
Benim çocukluğumda televizyon tek kanaldı, o da akşam saatlerinde başlardı yayına… Radyo 2 kanaldı, FM – AM… İstediğin zaman müzik dinleyemezdin öyle, yayın saatini yakalaman gerekirdi. Biraz da fakirdik, biliyor musun? Öyle teybimiz, kasetimiz falan yoktu, daha sonraları oldu, ama çocukluğumda yoktu…
Anneannem sağırdı benim üstelik… Yani benim çocukluğumda ses yoktu aslında, içimdeki müzik hariç…
İşte bu nedenledir, CD’yi takıp da çalıştırmayı unutmam, müziğin çalmadığını çok sonradan fark etmem…
Yoksa sen sessizlikten rahatsız olanlardan mısın? Neden? İçindeki müziği dinlemeyi mi unuttun? Yoksa hiç öğrenmedin mi kalbinin şarkısını? Sanmıyorum, bebekken duymuşsundur, kulak vermişsindir… O bas ritme… tu-tum, tu-tum, tu-tum… Ona eşlik eden cıvıltılara… Baharın coşkusunu bilmezdin yoksa… Hiç kar görmemiş bir çocuk nasıl bilirse karda yuvarlanmayı, öyle tanıyorsun aslında içindeki müziği…
Sadece DUR, korkma, birazcık dur, DİNLE…
5 Nisan 2015

PUSLU

Fotoğraf: hasan_cakir58
Güneş unuttu ya bizi artık… Puslu günlerden bakıyorum hayata… Yağmur yağsa yine kabulüm de, bu karanlık bitiriyor beni… Mis gibi toprak kokusu olsa, şöyle bir şarkı söylese kalbim derinden… Yok, o da yok… Ağır bir duman sanki bu soluduğum… Yaşama sevincim mi o giden, bir kahve keyfini bile çok gördü bana demek ki, bir veda sözcüğü bile söylemeden çekip gitti…
Böyle planlamamıştım oysa… Sen çıkıp gelecektin aniden… Kapıyı açınca şaşıracaktım ben de. Ellerim iki yanıma düşecekti, elimdeki kavanozu bırakıverecektim konsolun üstüne öylesine. “Çay demlemiştim, içer misin?” diyecektim sana… Güneş açacaktı aniden, yağmurdan sonra. “Gökkuşağını görebilir miyim pencereden baksam?” diye geçerdi de aklımdan, sana bakmayı bırakamazdım belki, gözümü ayırmazdım üzerinden taa ki uzanıp elimi tutana kadar sen.
Mahçup, boynunu biraz eğip “iyi olur” dediğinde, boş gözlerle bakardım sana, “çay yani” diye eklerdin… “İçeri buyur” bile demediğimi fark eder, utanırdım… Gözlerini yere indirir beklerdin sen de kapının eşiğinde…
Ama olmadı işte, güneş yok ki bugün…
6 Nisan 2015

BABALIK ÜZERİNE


Bu paylaşım tesadüfen karşıma çıktı bugün… Aslında genellikle kızlar ve babaları hakkında, birbirlerini ne kadar sevdikleri ve nasıl destek oldukları hakkında yazılara denk gelirim de bu kadar gerçek bir paylaşıma uzun süredir rastlamamıştım. İçim sızladı, esinlendim…
***
Seni ne çok sevdim bilir misin, oğlum… Dimdik dur istedim hep hayata karşı. Ayakların yere sağlam bassın, alnın açık olsun istedim. Erkek adam ol, aile babası ol, evinin reisi ol istedim.
Yufka yürekli olsan da belli etme gözünün yaşını, merhametli olsan da geçit verme namerde. Sımsıkı kapalı olsun yumrukların, hayatın sillelerine karşı hazırlıklı ol. Gözlerini yumma da haksızlıklara karşı, aileni korumak için, gerekiyorsa başını çevir başka yöne. Yoksa yıkarlar seni, hazır bekliyorlar kapıda.
Kimselere emanet edemem seni, kendinden başka. Bu yüzden sert olmalısın ceviz kabuğu gibi, özünü saklamalısın içinde… Kimseler bilmemeli topraktan başka… Kırmaya çalışanlar olacaktır elbet vaktinden önce, özünü almak isteyenler, saklamalısın.
Seni ne çok sevdim bilir misin, oğlum… Ama gösteremem sana, sarılırsam yumuşamandan korkarım…
Sarılırsam, yumuşamaktan korkarım, saklarım göz yaşlarımı gecelere… Bilme sen de…
16 Nisan 2015

BİR KOR GİBİ KOR İŞTE ADAMA TEK BİR NEFESTE…

Görsel: anatckiy.deviantart.com
Hayır, özlemek değil de bunun adı… İçinde her şeyin olduğu bir hiçlik daha ziyade… Hani sessizliğin elle tutulur olduğu bir kalabalık gibi…
Bir gece düşümde kalktım da yataktan gözlerim alışıktı karanlığa, ama gözlerimi kapattığımda her yer aydınlıktı zaten, bir ormandaydım ama tek bir ağaç vardı karşımda, tek ağaç ormanı işte o yokluk, uzanıp dalından bir meyve koparsam orman olmayacak artık… O nedenle yokluk içinde bırakılmışım.
Düşten düştüm, okyanus damlasına vardım. Neden gözlerin kapakları var da burnun yok? Bir damla içinde tüm kokular. Özüm gözüme durdu, balık allı pullu… Bir esinti, bir meltem, bir imbat… Okyanus oldu mu sana gökyüzü, bir mavi bir gri… Biraz ala biraz bulut… Sabah mı akşam mı belli değil… Yitip giden martıların kanadında bir karanfil alası… “Neden karanfil?” dedi şair, “şairi anmak için” dedi içim… Anlarsa bir o anlar beni…
Dönemem artık gerçekliğe, biraz caz, biraz duman, biraz alaz… Bir türkü tutturmak için çok mu geç? Eee, geç ya, caz dedin biraz önce… O zaman Rumeli Hisarı’na gitmeyelim bu gece.
Gel dedim, gittiğin gibi gel… Peki karanfil ne olacak? Onu da getir, koklarız… Olmaz, bırakamam onu suya, özlerim…
Özlemedin mi daha bu güne kadar? Büyük laflar etme bana, kalsın dilinin ucunda… Dudaklarına çıkmasın da kalbinde bir sızı kalsın, bana ne… Saçmaladın yine. Düş değil mi bu, istediğimi yaparım… Hadi o zaman, al karanfilini de çık ortaya… Ya da dur, elma demedim ki daha… Der miyim, bilinmez… Kal o zaman orada. Saçmaladın yine, kalk bir çay demle en iyisi… Olmaz, türkü yok ki, caz var… Eee, ne içeceğiz? Bir bardak soğuk su iç en iyisi sen…. Ya da hiç dönme, kal gittiğin yerde…
Neden öyle dedin ki? İyi gelmedi mi sana da bu gece? Ne gecesi? Düş dedin ya… Gündüz düşlerim olamaz mı benim? Gündüz düşünde caz olmaz ki? Ya ne olur? Kahve, frenk işi olsun ama… Bir espresso yapıvereyim o zaman size… Yemezler… Kaçıp sıyrılıvermek yok öyle. Bi arkadaşa bakıp çıksam ben?
Ve yüzü avuçlarının içinde, öylece kaldı biraz gecenin serinliğinde… Gökten 3 nefes düştü derin derin… En çok da özleyenlerin içine… Bir kor gibi KOR işte adama tek bir nefeste… Tüm renkler siyaha çalar senin elinde…
18 Nisan 2015

ALINTI

İnsansız kaldığımızda ruhumuzun yırtılacağını biliyoruz. “Yalnız kalmak istiyorum” demek için bile bir insana ihtiyacımız var. Bu yüzden ortak mekânlar oluşturup yan yana geliyoruz. Şakalar yapıyor, sırlarımızı anlatıyoruz birbirimize. Ama birden bir kurt düşüyor içimize.
“Bir şey eksik” diyoruz. “Bir şey eksik ama ne?
—  Ali Ayçil


18 Nisan 2015

SERGEY

“İnsanların bir şeyi senin yaptığın gibi yapmamaları o şeyi doğru ya da yanlış yapmaz… Kimseyi bir işi senin yaptığın gibi yapmaya ya da bir şeyi senin sevdiğin biçimde sevmeye zorlayamazsın… Yine bu, o işin yapılmayacağı ya da o şeyin sevilmediği anlamına gelmez…

Esas ustalık senin istediğin işin yapanın sevdiği biçimde yapılmasına izin verebilmektir… İşin heyecanını yolda bulan yapan olmalıdır, isteyen değil… Kitleleri yönetmenin temeli budur.”
Nutkuna o derece tutku ile devam ediyordu ki, bu satranç tahtasında asıl piyonun kendisi olduğunu söylemeye kıyamadım. Ne de olsa işin heyecanını kaçırmak yönetimin temel ilkesine ters olacaktı… Başımı hafifçe eğip bakışlarımı yere indirdim… Aynen onun isteyeceği gibi… Ne de olsa esas ustalık senin istediğin işin yapanın sevdiği biçimde yapılmasına izin verebilmekteydi… Yine de dudağımın hafifçe bükülmesine engel olamadım. Eğitimli bir göz bu mimiği asla kaçırmazdı, o ise kendini nutkuna iyice kaptırmıştı… Kitlelerin mimarı edası konuştukça ellerine hakim oluyor, başının gururla dikleşmesi, gözlerinin dinleyicilere değil ufka kayması, sesindeki zafer tınısı an be an artıyordu. Kendini rolüne iyice kaptırmıştı.
Oysa üstündeki bir beden büyük, sentetik kumaştan kahverengi takım elbisesi her şeyi net bir şekilde açığa vuruyordu.
Bir süre daha dinledim, hatta göz teması kurduğumuz anlarda başımı sallayarak konuşmasına tasdik verdim, sonra fark ettirmeden kalabalığın arasından sıyrılıp oradan uzaklaştım…
Şüphesiz beni tanımıyordu… Aracı kullanmak, kimliğimi gizlemek sık sık başvurduğum bir yoldur… Ne kalabalıktan ne de insanların ilgisinden hoşlanırım çünkü. Kendimi gizlemeyi iyi bilirim, işim bu. Bu nedenle de insanları iyi tanırım, kendini gizlemeye çalışma sanatının beceriksiz uygulayıcısı şu zavallı insanları…
25 Nisan 2015

9 Ekim 2015 Cuma

Yasemin Zamanı

İzmir'in uzun sonbaharı başladı, renkler hafiften sarardı, havada hoş bir serinlik hakim, ancak güneş hala insanı gülümsetecek güzellikte parıldıyor...

Hal böyle olunca fırsat buldukça yürüyüş yapmak mutluluk veriyor bana... Yürürken etrafımla ilgilenmeyi çok seviyorum, özellikle de bitkilerle...

Malum İzmir'in hakim bahçe çiçeği Yasemin... Her ne kadar yaseminin çiçeklenme zamanı yaz olsa da, şu anda iri iri açmış nefis yasemin çiçekleri de kendilerini sonbaharın akışına kaptırmış ufak ufak dalları ile vedalaşıyor kendilerini rüzgara salıveriyorlar...

Akşam eve dönerken toplayıveriyorum yerden bu nefis olgun yasemin çiçeklerini... 8-10 tanesi yetiyor bana bir bardak çay demlemek için... İster siyah çayıma ekliyorum, ister tek başına demleyiveriyorum...

Eee, tabii sonunda da elimde kitabım, bardakta çayım doğru balkona...



İyi ki İzmir'deyim.

Dip Not: Yasemin çayının faydaları için: http://www.bitkicaylarininfaydalari.com/yasemin-cayinin-faydalari/

1 Ekim 2015 Perşembe

Bayat

Fotoğraf: ALAMY, The Telegraph
Bayat ekmekler bir ev hanımının hazineleridir. Bir yazı okudum, diyor ki "Babam bir defa 2 ekmek fazla aldı, o gün bu gündür denge bozuldu, hep bayat ekmek yiyoruz önce onlar bitsin diye..." Oysa ne kadar çok şey yapılabilir bayat ekmeklerden...

Gemiler yapılabilir mesela, peynir gemileri... Lafla yürümez, ama bayat ekmek ile gider taaa uzaklara... El sallarız arkalarından... Balıkların ekmekleri tırtıklamalarını seyrederiz... Gemiyi terk eden fareler de peynirleri götürür yanlarında...

Ekmekler bayatlamaya başladı mı bir evde, yaşam da çekiliyor demektir... ya çocuklar ayrılmıştır evden ya da yaşama sevinci gitmiştir... Sonra o garip koku gelir yerleşir salona... Eski kokusu... Yok bayat ekmeğe benzemez o koku... Çürümeye de benzemez... Yokluğun kokusudur daha ziyade... Çekilmişliğin, yoklanmamışlığın kokusudur... Yalnızlığın kokusudur demeye dilim varmıyor... Anıların kokusudur daha çok... Sık sık sandıktan çıkartılıp havalandırılan eski çeyizlerin, yıllardır giyilmemiş gelinliğin kokusudur belki de...

Oysa bayat ekmeklerden neler yapılabilir, ev hanımının hazinesidir bayat ekmekler... Olmazsa gemiye binip gidilmelidir...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...