18 Eylül 2015 Cuma

EVRENE SELAM OLSUN


Evren’im, güzel yavrum benim,

Nasıl da istenen bir bebektin sen, çevremizde şahit olduğumuz pek çok kaza bebekten çok farklıydın. Aylar önce, seni istediğime karar verdiğimde sana hamile olarak  görmüştüm kendimi rüyamda; karnımı okşamıştım daha o zamandan, sevecenlikle, gülümsemiştim. Baban da seni istediğine karar verdiğinde, bir yavru kuş olup geldin bu sefer rüyama. Kumru Hanım’la Kumru Bey’in yuvasını şenlendirdin gelişinle...

Evren’im, güzel çocuğum,

Çok hastaydım, senin varlığını öğrendiğim gün. Doktorun verdiği ilaçları içemedim, sana zarar vermekten korktum, gidip test yaptırdım, “gerçekten var mısın?” diye. Evet, vardın. 1 mm bile olmasa da boyun, gelmiştin artık, vücuduma misafirdin. Çok sevindim, ama uzun bir yol vardı daha önümüzde seninle karşılaşmamıza kadar. Büyümeni izlemeye, beklemeye başladım. Sen artık benim ufacık dünyamdın, evrenimdin. Seninle yatar, seninle kalkar olmuştum. Varlığını da iyice hissettirdin hani, bulantılar, baş dönmeleri ile.

Evrenim, bebeğim,

O anlardan itibaren sana yazmak istedim, ama çok fazla da bağlanmak istemedim sana. Hep derlerdi, ilk 3 ay çok riskli diye. Kimselere söyleyemedim bir süre geldiğini. Herşeyi, herşeyi öğrenmek istedim seninle ilgili. Bol bol okudum, 7 haftalık, 8 haftalık, 9 haftalık neye benzermiş bebekler, annelerine neler yaparlarmış diye. Sen de varlığını daha fazla belli etmeye başladın bu arada karnımda, elbiselerim dar geldi, seni sıkmak istemedim, daha geniş giyindim. Artık saklayamadım seni.

Doktora gittik, minicik kalbin bir toplu iğne başı gibi atıyordu. “Aslan oğlum” dedim, “mahçup etmedin, merakta bırakmadın bizi”. Ne güzel gelişiyordun. “Oğlum” dedim, çünkü biliyordum erkek olduğunu, sen söylemiştin bir gece.

Rüyalarıma gelmeye devam ettin. Annelik hırkasını giydirdin bir gece üzerime. Ve bir gece adını fısıldadın kulağıma “Evren” diye. Zaten evrenimdir, Evren’im oldun.

Peki sonra ne oldu, anlamadım. Hep yemek yemeye başladım geceleri. Bana birşey demek istiyordun, anlamıyordum. Hergün gündüzleri yiyemediklerimi geceleri yiyordum, ama ne demek istedin, hep sordum, anlamadım bir türlü. Anlasaydım ne olacaktı, elimden gelen birşey var mıydı? YOKTU.

Hafta 11, bulantılar kesiliverdi. İlk 3 ayın sıkıntılarını atlattık herhalde diye sevindik. Bağımızı kuvvetlendirebileceğimiz ikinci döneme adım atıyorduk seninle.

Evren’im, ilk göz ağrım,

Seni biz çok istedik, ama bize gelmeyi sen seçtin, zamanını sen seçtin. Adını sen fısıldadın kulağıma. Sonra ne oldu bebeğim? Neden gelmekten vazgeçtin annenin yanına? Aniden neden bırakıverdin bizi?

Doktora gittik yeniden, “gelişmemiş bu bebek,” dedi doktorum “beslenememiş”. O minik kalbin atmıyordu artık. “Olur böyle şeyler” dedi doktor. Çok sık görülen bir durum, biliyorum, çok okudum bebekler hakkında. “Üzülme sakın” dedi, “yine olur.” Kaskatı kaldım orada, ne yapacağımı bilemedim. Bu bir kitap değildi ki, benim evrenimdi. Kapıdan çıkınca babanı aradım, haber vermek için, ama konuşamadım. Yaşlar boşanıverdi gözlerimden, boğazıma düğümlendi kelimeler, “Evren’imiz gitmiş” diyemedim, ağladım sadece, “Gel” diyebildim birtek. Günlerce ağladım, ağladım, ağladım.

Ah, sen, ne kadar istenen bir bebektin. Seni kucağıma alacağım anın hayalleri süslüyordu evrenimi. Ama gelmemeyi seçtin. Bir bildiğin vardır herhalde, KOSKOCA bebeksin.

Evren’im, oğlum benim,

Çok şeyler söylediler ardından beni teselli etmek için, pek çoğu bir nesne gibi bahsetti senden. “Yenisini yaparsınız” dediler genellikle. Anlayamadılar benimle konuştuğunu, senin bir ruhun olduğunu anlayamadılar. Senin benim ilk çocuğum olduğunu ve hep öyle kalacağını anlayamadılar. Başka çocuklarım olacaktır elbet, ama bu senin VAROLMADIĞIN anlamına gelmez ki.

Çok ağladım senin arkandan, ama “Bundan da öğreneceğimiz birşey vardır” demeyi de bildim. Yasını tuttum, ama bilgeliğinden de yararlandım. Demek bize birşey öğretmek istedin. Sen bizden daha iyi bilirsin, KOSKOCA bir ruhsun sen.

Evren’im, biricik yavrum,

Sana çok teşekkür ediyorum, burada bizimle olduğun kısa süre için sana çok teşekkür ediyorum. Benimle konuştuğun, varlığını hissettirdiğin için sana çok teşekkür ediyorum. Bilgeliğini bizimle paylaştığın için sana teşekkür ediyorum. Evrenime katkıda bulunduğun, beni olgunlaştırdığın, bana sabretmeyi öğrettiğin için sana teşekkür ediyorum.

Evren’im, bir tanem,

SENİ SEVİYORUM.


İzmir,

6 Nisan 2005

Bu mektup İmza: Ben isimli kitapta yayınlanmıştır.

17 Eylül 2015 Perşembe

Kalıp

Görsel: blog.radikal.com.tr
"Kalıbına tüküreyim" diye başlamak istiyorum satırlarıma sevgili günlük... Her gün aynı şeyleri, aynı sayfalara yazmak için bir günlük almak tabii ki salaklıktı... Saçmalığın daniskası yani... Her gün aynı şeyleri yazıp arkasından da ne kadar berbat bir hayatım olduğu gerçeği ile yüz-be-yüz gelmek...

Bugün yine hiçbir şey olmadı, sevgili günlük...

Bugün, sabah kalkınca yüzümü yıkamadım, değişiklik olsun diye...

Bugün, solumdan kalkmak istedim, ama yatak duvara dayalı olduğu için kafamı çarptım.

Bugün, yine hiçbir şey olmadı, canım salak günlük...

Senden nefret ediyorum günlük... Günümün tekdüzeliğini yüzüme vurduğun için nefret ediyorum senden...

Bugün, yataktan geç kalkmaya karar verdim... 15 dakika boğuşup durdum çarşafların içinde, sıkıldım, kalktım...

Bugün, ne yapsam bilemiyorum, her gün olduğu gibi...

Sevgili günlük, acaba sana yazmay bıraksam daha iyi hisseder miyim kendimi?

Bazen sırf değişiklik olsun diye camdan aşağı atlamak istiyorum, ama camlar demirli sevgili günlük... Kapılar da kilitli...

Gardiyan dedi ki, bu 15 yıl daha böyle sürermiş sevgili günlük... Sonra alışırmış insan...

15 Eylül 2015 Salı

Zahmet

Görsel: etsy.com
"Zahmet oldu evladım sana"
"Ne demek, teyzeciğim, vazifemiz."

Böyle başladı işte sokak başında sohbetimiz... Konuşmak istiyordu, çok istiyordu konuşmayı... Kelimeler gözlerinin kenarında birikmişti... Çocukça bir pırıltı gibi yanıyordu kelimeler gözlerinde... Dudakları, dudakları sadece bir çizgi... Yıllarca susmaktan kanamış dudakları... İncecik, öyle ince ki kırışıklık bile yok kenarlarında... Kelimeler bir uçurumun kenarından irkilip uzaklaşır gibi kaçmış geriye dudaklarından... Taa gözlerine kaçmış...

İki damla yaş olmuş kelimeler önceleri, göz pınarlarında toplanmış dudaklarını sıktıkça, sonra sonra, o yaşlar kurumuş akmamaktan, akamamaktan... Irmak olacakmış bıraksalar kelimeler, birbiri ardınca eklenip çağlayacakmış... Ama durmuş sadece o iki damlada... Durunca inci olmuş, pırlanta olmuş, elmas olmuş kelimeler gözlerinde...

Sonra, sonra yıllar geçmiş 2 pırıltı olarak kalıvermişler sadece...

Bütün o kelimeler ve 2 pırıltı...

"Zahmet oldu evladım sana." olmuş...

TOMURCUKTAN ÇİÇEĞE

“Ve bir tomurcukta sımsıkı kalma riskinin, çiçek açma riskinden çok daha acı verdiği gün geldi…” demiş Anais Nin.

Görsel: http://www.darkzula.com

Kendisini zaten pek severdim, bu sözünü de öyle çok sevdim.
Bugüne kadar hiç düşünmemiştim tomurcuğun çiçeğe dönmesinin zorluğundan ötesini… Oysa kalmak türküsü, hep daha zor. Zamanı geldiğinde, gitme vakti, açma vakti, konuşma vakti geldiğinde… İnadına durmak, inadına susmak, direnç göstermek…
“Doğrusu nedir?” diye sormaya gerek var mı? Belli etmiyor mu doğanın döngüsünde kendini? Kuşlar yuvadan atmıyor mu çocuklarını zamanı geldiğinde…
Gözünde çakan kıvılcıma gem vurmaya çalışmanın anlamı var mı bahar kapıyı çaldığında? Cemrelere dur diyebilir mi yüreğin? Dönüşüm kaçınılmaz ise, doğasına göre yaşamalı insan… Doğmak değil miydi aldığımız risklerin en büyüğü? Bu uğurda ölmeyi göze almadık mı?
Masalın kahramanı olamasa bile masalın kendisi olmak böyle bir şey işte…
18 Mart 2015

14 Eylül 2015 Pazartesi

Erguvan

"Bir erguvanlar vardı, pembe mi desem, deli mi desem" demiş ya Necati Cumalı... İşte onun gibiyim bu sabah... Erguvan gibi neşelenmek istiyorum... Olduğum yerde durup hayatı olduğu gibi kabullenmek istiyorum. Rüzgara, yağmura eyvallah demek istiyorum... Güneş içimi ısıtırken mutlu olduğum kadar, çiçeklerimi kuruturken de isyan etmemek istiyorum... Hayat, akıyor, akıp gidiyor da gözlerimizin önünde öylece durmak bile bir suç olup oturuyor yüreğimize... Sevmek güzel de yok olup gitmek kaygısı yok mu, orada düğümleniyor boğazım... Hele bir şey yapamadan yok olup gitmek, bir iz bile bırakmadan... Bir erguvan çiçeği kadar gelip geçici olduğunu bilerek, ancak erguvan ağacı gibi sarılamadan dünyaya, köklerini uzatamadan... Sadece olduğum gibi olarak, hayata bir mana kattığıma inanamıyorum ya, işte orada kopuyor yalnızlığın acısı.

Sanki öylece duruvermek yetmezmiş gibi geliyor... Kolay mı oysa öylece duruvermek... Bunca acıya rağmen, kıpırdamadan, yılmadan, yıkılmadan...

Oysa erguvan ağacı duruyor işte orada... Yaprağı ile hayat, çiçeği ile neşe, kökü ile dayanma gücü verdiğini bilmeden... Yine de ne bir kaydı ne bir endişe üretmeden...
Bir ağaç gibi duruyor işte...

2 Eylül 2015 Çarşamba

MUM GİBİ

Fotoğraf: Bahar Tapkaç

Yanmış mumlarda bir asalet yok mu sizce de? Geçmişin vaatleri ve yarının anıları gibi, aslında olmayan ama aynı eskiden olduğu gibi.
11 Aralık 2014

UCUZ KOPYALAR

Neden öğretmen olamadım biliyor musunuz? Çünkü kendimi sadece bir defa adayabiliyorum bir işe… Bir sene, bir grup öğrenciye adıyorum kendimi… Onlara her şeyimi döküyorum, bütünüm oluveriyorlar benim… Bire ulaşıyoruz, çokken ilk başta… Birbirimizi sevmeyi öğreniyoruz… Birbirimizi anlamayı öğreniyoruz…


Ondan sonra yaşadığım her şey, sanki ucuz bir kopyası o ilk yılın… Öğrencilerim, yeni öğrenciler değil, ilk yılın taklitleri… Ne kadar uğraşsam da, yeni bireyler olarak göremiyorum onları, hep öncelerden birilerine benzetiyorum…

Ucuz taklitleri yeniden şekillendirmeye çalışmaya tahammülüm yok… İstemiyorum, gelmesinler zaten. Eskiler de bıraktı ve gitti… Ağızlarından çıkan en fazla bir kaç minnet kelimesi; ama biliyorum, bana ihtiyaçları yok artık… Dedim ya, her şeyimi döküyorum zaten onlar için… Beni bitirip yeni alanlara yelken açıyorlar… Gitmeleri gerekir, benden alacak bir şey kalmadı, tekamül bunu gerektirir…
Peki ben ne yapacağım? İçi boş bir çuval… En azından dik durmamı beklemeselerdi… Bekliyorlar ama… Yeni gelenler için dik durmamı bekliyorlar… Yeniden boşaltmam gerekiyor boşalmış olan o çuvalı, yeniden sevmem gerekiyor yeni gelenleri… Kimseye benzetemesem keşke… Birinde bir öncekinin gözlerindeki pırıltıyı arıyorum, diğerinde o eski şefkatin içimi ısıtan kıvılcımlarını… İşin kötüsü, buluyorum da… O zaman çok kötü oluyorum işte, yeni aramayı unutup sadece o ucuz taklitleri görüyorum…
Yeni bir iş bulmalıyım belki kendime… Her şey yeni olmalı… Hiçbir şeye benzememeli, hiç kimseye…
14 Ekim 2012

ÖLÜMÜNE SEVMEK


Yaşlanıyorum, ölümüne yaşlanıyorum hem de… Doğduğumdan beri, gün be gün… Ölümcül bir hastalığım var, yaşamak… Bir cenaze gördüm mü “darısı başıma” diyorum, uzun bir yolculuk benimki zira… Kimisi şanslıdır, kısa ve öz yaşar… Kiminin ölümü daha çabuk gelir… Kimi de çok hızlı alır da yolun başını bir yerde takılıverir, sanki unutmuşçasına nasıl ölüneceğini…
Sahi nasıl ölünür ki? Hiçbir fikrim yok… Ama istisnasız herkes becerebildiğine göre çok zor olmasa gerek… Düşünsenize nasıl ölüneceğini öğrenmek için bir kursa falan gitmek gerekseydi, nice olurdu halimiz?
Demek ki hatırlamam lazım sadece, bir an önce hatırlamam… Ölümüne hatırlamam lazım….
21 Ağustos 2014

SAHTELİKLER PEŞİNDE

Screeen Shot of Frances Conroy

Hadi hadi, itiraf et, kaynanası ölen o deli kadına “gözün aydın, darısı başıma” dememek için zor tuttun kendini… Az kaçık değilsin sen de… Bilmiyorum sanki her gün cami avlusunda cenazeleri beklediğini… “Bugün kim öldü acaba?” diyor içindeki şeytan… Karşı koyamıyorsun, değil mi?
Kimse tanımıyor hala seni, ama bunun sebebi başındaki, o artık yağdan parlayan siyah tülbent ya da gözündeki kalın siyah camlı gözlüğün değil…. Kimse umursamıyor çünkü, ne seni, ne de ölüleri… Onlar kendileri için oradalar, kendi dertlerine yanıyor, kendi çektiklerine ah-vah ediyorlar… Kimisinin kahkahaları belli oluyor kederli gözlerinde… Sen de onları arıyorsun zaten özellikle… “Başın sağ olsun” deyip sarılırken Xanax’lı mutluluğun maskesi altındaki şirret kahkahaları çekiyorsun ciğerlerine… Hepsine tek tek sarılıyorsun, değil mi?
Kaçırdın sen iyice keçileri kızım… Acıdan beslendiğini söylüyor komşular, ama bilirim ben seni, acı değil aradığın cenazelerde… Yalandan, riyadan besleniyorsun… Kendini yalnız hissetmemek için gidiyorsun ölü evine… Hele biri kapanıp da mevtanın üzerine “nasıl bırakıp gidersin beni” dedi mi, değme keyfine… Tam aradığın sahne… Biliyorsun ki en fazla 1 hafta sürecek o rol… Ardından “hayat devam ediyor” bahanesi konacak sahneye…
Yalın mı o çalan arka fonda… “Sahte… sahte… Her şey sahte… Kalp yenik, akıl kanmıyor, sözler sahte…” Bu işte…. Her gün ava çıktığın bu işte…


21 Ağustos 2014

Ateşleyici

Görsel: en.wikipedia.org

Bir kıvılcım, bir ateşleyici, bir pırıltı, bir ışık yeter aslında milyonları tutuşturmaya... Şöminenin karşısında oturup kurunun yanında yaşların da yanmasını seyrediyorum bütün gün... Gençlik günlerimi anıyorum... Yollara, yıllara meydan okumaya niyetliydik hepimiz... Pırıl pırıl, ateş gibi, capcanlı, ışık saçan gençlerdik... Zenginliğimiz yolumuzu açma gücümüzdü, servetimiz aşkımızdı... Sevdik, tutku ile bağlandık birbirimize... Uğrunda yanacak bir aşk aradık... Her şey olabilirdi aslında, birini seçtik...

Şimdi yılların ardından düşünüyorum da... Dava değil yol önemliydi bizim için... Varmak değil, yanmak önemliydi... Yanacak, küllerimizden yeniden doğacaktık hep birlikte... Anka kuşu misali yanacak ve küllerimizden yeniden doğacaktık...

Hesap edemediğimiz bir şey vardı... Tek tek yandık hepimiz... Hep birlikte tutuşamadık... Yol boyunca adım adım yandık... Birer birer yandıkça, yanımızdakine bakar olduk... Küllerinden doğacak mı diye... Ama zaman gerekiyordu, onu unuttuk... Yolu unuttuk, menzile takıldık... Menzile takılınca engele takıldık... Yaşlar yanmamaya başladı kurunun yanında... Birer birer ayrıldı yanmayanlar ve yanamayanlar olarak kaldık...

Yol mu bizi sevmemişti, yıllar mı yar olmamıştı bize... Yandık ama nar olmadık... Kül olduk ama nur olmadık... Öylece kalakaldık...

1 Eylül 2015 Salı

BÖYLE

Fotoğraf: Yüksel ÇELİK
Yargılamadan önce anlamaya çalış. Baktın olmuyor dinlemeye çalış. Hemfikir olmak zorunda değilsin. Hak vermek zorunda hiç değilsin. Saygı duy yeter. Dünyada milyarlarca insan var, “o öyle” demeyi öğrenemedikçe yaşayacağımız hayatın kalitesi ancak böyle.
21 Temmuz 2014

HARCAMALAR VE TÜKETMELER ÜZERİNE

Fotoğraf: Sofia Higgins

Günlerim günlerim ardına öylece geçiyordu… Yoktum sanki… Ama aynı zamanda varlığımı en ağır hali ile hissediyordum… Zaman hiç de öyle su gibi akıp geçmiyordu da, yine de her saniyenin farkında olmak için çok doluydu zihnim hiçlikle. O kadar boştu ki vaktim, hiçbir şey yapmaya zaman yetişmiyordu…
Bir kitap okusam, bir film seyretsem, bir şarkı söylesem… Belki bir anlamı olurdu, ama o kadar tükenmiştim ki tüketmelerle hiçbiri kalmamıştı artık yanımda.
Yaşamak bu olmasa gerek, ama nedir o zaman yaşamak? Bir görev benimseyip onu tüketmek midir yıllarca ve yıllarca. Bir rol biçip kendine onu oynamak mıdır yani?
Hayat baş rolünü kendimizin oynadığı bir tiyatro oyunuymuş. PEH Oynamamayı seçince ölmüyorsun ki… Hatta ölmeyi seçsen oynamış olacaksın. Yaşamayı seçsen? En iyisi yok olmadan var olmak… MI?
3 Haziran 2014

SIKINTI

Fotoğraf: none by princesserouge

Çok iyi tanıyorum seni, çocukluğumdan… Böyle bulanık, kahverengi gibi bir örtü… Önce kalbimi kapatıyor… Karanlık basıyor içimi, kararıyor, ama kapkara değil… Balçık gibi böyle, bataklık gibi, bastığın adımı kurtaramıyorsun, alıyor seni içine, ama tam da batamıyorsun bir yandan… Bir parçası aydınlıkta kalıyor aklının… Biliyorsun yani tam olarak balçıkta yüzdüğünü… Miden bulanıyor gibi, ama çıkartamıyorsun bir yandan da…
Bir renk, bir renk olsa, kırmızıya bile razısın bu bulanık çamurdan çıkmak için… Kırmızı, kanın rengi, vahşetin rengi, ama doğumun rengi aynı zamanda, şehvetin rengi…
Siyah da olur, o bile, doğacak günün habercisi en azından…
Bunaltıcı, hani ter içindesin bir yandan örtünün altında, ama en ufak bir esinti yok, sadece nem… Birkaç tane kara sinek olsa, yapış yapış konsa tenine, onları kovmak için kalktığında örtü havalansa biraz?
Yok ama, yok işte… Ne renk, ne sinek, ne de esinti… Sıkıntı sadece, o balçık, bulanık iç sıkıntısı… Çocukluğumdan kalan bir sessiz çığlık…
10 Haziran 2014

UZLAŞMA

Uzlaşma – Serkan Çetin

Yapılan her şeyin bir anlamı olduğunu düşünen sizler ve hiçbir şeyin anlamı olmadığını düşünen bizler… Artık uzlaşma vakti gelmedi mi?

10 Haziran 2014

FARİKA

“Ay, imdat diye bağıracağım şimdi”, derdi annem, “Yangın var” diye bağıracağım diye anneannem… Ben de kendime bir alamet-i farika bulmalıyım sanırım bunalım anlarım için…
İmdat kesmez beni, o kesin… Zaten kim kime yardım edebilmiş ki bu güne kadar, ben yardım istediğimde gelsinler… Yıpranmış sinirlerin kalıtsal ya da cinsiyete özgü olduğunu düşünmeye başladım. “Avazım çıktığı kadar haykırsam” diyorum da, “ne fark eder” diyorum sonra da… İyi gelir belki, kim bilir…
Belki tren istasyonuna giderim, rayların arasına sığınır boğazımı yırtana kadar bağırırım… da, ne diye bağıracağım, bir alamet-i farika bulmam lazım kendime…
12 Haziran 2014

EDEBİYAT

Fotoğraf: Behind The Mask by Ookami SeaEmpress
Bir kitap alıyorum elime, başlıyorum okumaya, sarıyor da… Çok iyi gidiyor. “Uzun süredir bu kadar sürükleyici bir roman okumamıştım” diyorum kendi kendime…
Sonra, sonra birden yanlış kullanılmış bir kelimeye rastlıyorum… Elim ayağım düşüveriyor… Çeviri olsa, hadi neyse diyeceğim de, anadilimde yazılmış bir kitap…
En kötüsü bilmemek değil de, bildiğini sanmak… O zaman araştırmıyorsun çünkü… Kullanıveriyorsun geldiği gibi… Yanlış olduğunu bilmiyorsun çünkü… Ama okur biliyor… Ne olacak şimdi?
Bir kelimeyi ilk defa duyduğumuzda cümlenin içindeki anlamdan çıkartırız genellikle anlamını… Sonra da birkaç defa teyit edince öğrenmiş oluruz o kelimeyi… İşte tuzak burada… O kelimenin anlamı bizim tahmin ettiğimiz gibi değilse, yanlış öğrendik gitti…
İyi bir yazar nasıl olmalı sorusunun temel şartlarından biri dile çok iyi hakim olması…
Bir hata gördüm mü, elim ayağım düşüveriyor, bütün hevesim kırılıyor, keyfim gibi itimadım da kalmıyor… Bu konuda kinciyim de, kolay unutamıyorum affetsem bile…
Yazık oldu güzelim romana…
Nüks etmek: hastalık veya başka bir durum yeniden ortaya çıkmak, depreşmek, üstelemek (Kaynak: TDK)
18 Haziran 2014

TAKINTILAR


Hani alaca karanlıkta şalını sırtına alırken düzü mü tersi mi anlamaya çalışırsın ya, sanki ters giysen 7 yıllık şanssızlık başlayacakmış gibi…
24 Haziran 2014

YOLCULUK GEREK

Şu anda bir şarkı dinliyorum, “yolculuk gerek” diyen… Birden çekip gidelim, başka dil konuşulan, başka öyküleri olan yerlere…



Oysa ki, “bu kent peşini bırakmaz senin” demiyor mu Kavafis?
Kaldı ki, kafasını, yüreğini hazırlayan insan odasında bile yolculuk yapabilir. Yapamaz mı? Eğer hazır değilse o yolculuğa, miller tepse yine de aynı yerde sayıklamaz mı?
Yepyeni dostlar değil de yepyeni gözler gerek bize… Tazelenmiş yürekler…
Ondan sonra da çıkarım yolculuğuma, istediğim yöne… Kafamda, odamda, yüreğimde… Ondan sonra bakarım yeni gözlerimle istediğim yere…
Görsel: Moments – Carolina Landea

Evet, biraz temiz hava da iyi gelebilir. Açayım biraz pencerelerini kalbimin ya da daha iyisi bir hamak kurayım en derinlerine gönlümün.
26 Haziran 2014

Sıradan

Görsel: www.incisozluk.com.tr
Sıradan günler yaşamıyoruz biliyorsunuz... Her şey kontrolden çıktı artık... Büyük bir araba, freni boşalmış yokuş aşağı gidiyor... Her an kıyamet kopabilir, ama henüz hiçbir şey yok ortada... Sadece gidiyoruz yokuş aşağı, hani karnımızın altındaki o garip his var sadece... Bir yere çarpacak mıyız yolun sonunda, bilmiyoruz. Yolumuz uzun mu kısa mı, onu bile bilmiyoruz... Bir ivmedir gidiyor sadece... Düşüyor gibi de değiliz... Camdan dışarı baksak bir şey anlaşılmıyor o hızda... Tozdan dumandan ferman okunmuyor...

Sıradan günler yaşamıyoruz biliyorsunuz... Durup düşünmeye vakit yok, ama yapacak bir şey de yok... Sadece alttan alta bir panik duygusu yayılıyor... Nevrotik günler, şizoid, paranoyak günler yaşıyoruz... Her gün korkarak başlıyoruz güne ama daha da kötüsü bir yandan da alışıyoruz...

Düşünsenize bir sabah uyanacağız ve bu günler bizim sıradan günlerimiz olacak...

Korkuyorum...

1 Eylül 2015
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...